3 Eylül 2007 Pazartesi

Yüzyılın feministi; Meryem Ana




Ev kadını mı? Bir fe­mi­nist mi? Bir azize mi yoksa Tanrı´nın eşi mi?

İki­bin yıl ön­ce Na­sı­ra’lı Ba­ki­re Mer­yem bir ke­ha­net­te bu­lun­du; “Tüm ne­sil­ler kut­san­mak i­çin be­ni ça­ğı­ra­cak­lar”. Yaşamış ve yaşayan tüm ka­dın­lar a­ra­sın­da en ö­lüm­süz, en ün­lü, en çok hür­met gö­ren, en çok res­mi ya­pı­lan ve say­gı gö­ren ki­şi, Hz.İ­sa’nın an­ne­si­ Meryem´dir. İslam´ın kutsal kitabı Kuranı Kerim´de bi­le onun i­nan­cı­ ve if­fe­ti­ ö­vülür. Ro­ma Ka­to­lik Kilisesi i­çin Mer­yem A­na yal­nız­ca "Tan­rı’nın An­ne­si" de­ğil, cen­ne­tin ve ev­re­nin kra­li­çe­si, bil­ge­li­ğin merkezi ve hat­ta kut­sal ru­hun e­şi­dir. Ama artık Meryem Ana´yı feministler de savunuyor...

Öte yandan Mer­yem Ana, ta­rih­te en çok tar­tı­şı­lan ka­dın­dır. Pro­tes­tan­lar yüz­yıl­lar­dır onun yü­ce bi­ri o­la­rak gös­te­ril­me­si­ne kar­şı çı­kı­yor­lar. Pa­pa’nın Meryem Ana bil­di­ri­leri, Va­ti­kan ve Do­ğu Or­to­doks Ki­li­se­si a­ra­sın­da sorunlara neden oldu. A­n­laş­maz­lığın temeli o­nun ba­ki­re ka­lıp, Hz.İ­sa’yı do­ğu­ra­bil­me­siy­di. Fa­kat Hz.İ­sa çar­mı­ha ge­ril­di­ği anda, in­san­lı­ğın kur­tu­lu­şu­nu oğ­luy­la pay­laş­mış ol­ma­sı o­nu bir an­lam­da do­ku­nul­maz ha­le ge­ti­ri­yor. Yüz­yıl­lardır Mer­yem Ana´nın du­ru­mu tar­tı­şılıp duruyor ve ha­la cevapsız sorular var. Hz.İ­sa’nın do­ğum ne­de­ni­ tar­tış­ılırken, ona karşı duyulan yoğun sev­gi, fi­kir ay­rı­lı­klarına rağmen Mer­yem Ana´yı da­ha da yü­cel­ti­yor. Ço­ğu genç olan mil­yon­lar­ca in­san, Mer­yem A­na­´nın Kudüs´deki tür­be­si­ne ve İzmir, Selçuk´daki Meryem Ana Evi´ne a­kın e­di­yor. Son bir­kaç yıl­da Kut­sal Ba­ki­re’nin tür­be­si­ne yapılan zi­ya­ret sayısı inanılmazdı. Bir diğer açıdan bakıldığında, Mer­yem A­na a­de­ta put­laş­tı­rıl­mış ve halk a­ra­sın­da mo­da ha­li­ne gel­miş­tir.

"Meryem Ana insan olmak istiyor..."

Ne var ki, bu du­rum bazı din a­dam­la­rı­nın ca­nı­nı sık­mak­ta. Mer­yem Ana çıl­gın­lı­ğı 1962-1965 arasında, yani II. Va­ti­kan Kon­se­yi­´ne ka­dar çok yoğundu. Pa­ris’li ra­hip Jac­gu­es Fo­ur­ni­er “bu tü­müy­le bir mo­da” demiş ve “şüp­he­ci­ler” gru­bu­na gir­mişti. Fa­kat geleneksel hi­ye­rar­şi, id­di­a­lar ko­nu­sun­da her za­man ih­ti­yat­lı­dır. Sadece sor­gu­ya ve me­ra­ka neden olmamak i­çin bu yüz­yıl­da sa­de­ce ye­di Mer­yem Ana res­mi­ni ki­li­se onayladı. Bu arada fe­mi­nist­ler, li­be­ral­ler ve ey­lem­ci­ler Mer­yem Ana´nın pa­sif bir ev kadını gibi görünmesine, ya­ da tersine a­i­le koruma mü­ca­de­le­ci­si kimliğine büründürülmesine karşı çıkarak, yaşamı­nı ve dav­ra­nış­la­rı­nı ye­ni­den e­le al­ma­ya baş­la­dı­lar. Bu ge­liş­me­lerden sonra San Fran­cis­co’lu bir ra­hi­be o­lan Kathy De­ni­son “Mer­yem A­na, in­sa­ni bir var­lık ol­mak is­ti­yor” di­ye­rek tar­tış­ma­la­ra baş­ka bir yön ver­di. Tüm bu gö­rüş­le­re rağmen, bir sü­rü in­san Mer­yem A­na’yı zi­ya­re­te ge­li­yor ve büyük olasılıkla 20.Yüz­yıl Mer­yem A­na Yüz­yı­lı o­la­cak. İşte kanıtlar ve ör­nek­ler;

* Fransa´da Lo­ur­des’de bulunan Meryem Ana Mağarası´na gelen ziyaretçi sayısı, ge­çen i­ki yı­la göre %10 ar­ta­rak 5.5 mil­yona ulaştı. Burası yaş­lılar ve has­ta­lar i­çin çekici olmasına rağmen, zi­ya­ret­çi­le­rin yaş or­ta­la­ma­sı 25 ve da­ha al­tı­dır. Lo­ic Bond a­dın­da bir spi­ker bir ha­ber prog­ra­mın­da, genç­le­rin dans et­tik­le­ri­ni, şar­kı söy­le­dik­le­ri­ni, ba­ğı­ra­rak du­a et­tik­le­ri­ni ve çok mut­lu ol­duk­la­rı­nı söy­lü­yor­du.

* İr­lan­da’nın Knock ken­tin­de 15 ki­şi, bir yüz­yıl ön­ce Mer­yem’i gör­dük­le­ri­ni ilan et­ti­ler. O­lay 1979’da Pa­pa II.Je­an Pa­ul’un tür­be­yi zi­ya­ret et­me­siy­le bü­yüdü. Ay­nı yıl rağ­bet i­ki ka­tı­na 1.5 mil­yo­na u­laş­tı. Hat­ta bu a­kın sa­ye­sin­de Knock, 1986’da ye­ni bir ha­va a­la­nı­na kavuştu.

* Por­te­kiz Fa­ti­ma’da, Mer­yem Ana gö­rün­tü­le­ri­nin bu­lun­du­ğu san­du­ka 1917’den sonra 4.5 mil­yon zi­ya­ret­çi tarafından ziyaret edilmişti. Je­an Pa­ul II´nin zi­ya­re­tin­den son­ra zi­ya­ret­çi sa­yı­sı bir mil­yon art­tı.

* Hol­lan­da, Czes­toc­ho­wa’da bulunan Meryem Ana tür­besine gösterilen ilgi i­se Fa­ti­ma ve Lo­ur­des’i ge­ri­de bı­ra­ka­rak yıl­da beş mil­yon zi­ya­ret­çi­ye u­laş­tı. Pa­pa bu­ra­da 1979’da bir mil­yon ka­to­lik gen­ce va­az ver­di.

* Mary­land, Em­mits­burg’da ka­tı­lım her yıl i­ki­ye kat­lanıyor, ve şimdilerde 500.000’e u­laş­tı ve burası dünyadaki 43 Mer­yem Ana şeh­rin­den en çok rağ­bet gö­re­ni ol­du.

Meryem Ana´yı görme enflasyonu!

Mer­yem A­na’nın po­pü­le­ri­te­si yeni şe­hirler­de de ken­di­ni gös­ter­iyor. Ör­ne­ğin, Yu­gos­lav­ya’nın Med­ju­gor­je ken­tin­de Mer­yem A­na’yı bir dağ kö­yün­de gör­dü­ğü­nü söy­le­yen çok in­san var. Ö­zel­lik­le al­tı ta­ne i­la­hi­yat öğ­ren­ci­si, on yıl bo­yun­ca Mer­yem A­na’dan me­saj­lar al­dık­la­rı­nı i­le­ri sür­dü­ler. Buna karşın, Ro­ma Ka­to­lik Ki­li­se­si baş­ra­hi­bi Pa­va­o Za­nic, Mer­yem A­na’nın böy­le bir me­saj ve­rmiş o­la­ma­ya­ca­ğı­nı söy­le­di. Ay­rı­ca o­la­yın tu­rist çek­mek i­çin dü­zen­len­miş o­la­bi­le­ce­ği­ni­ de be­lirt­ti. Va­ti­kan yetkilileri şe­hi­re zi­ya­ret­çi tur­la­rı dü­zen­le­me­yi bı­ra­ka­rak tep­ki­si­ni gös­ter­di. Kut­sal Ba­ki­re hak­kın­da oluşan güncel efsaneler, Or­ta A­me­ri­ka’dan, Slav te­pe­le­ri­ne ka­dar bir­çok Hı­ris­ti­ya­nı cez­bet­me­ye de­vam e­di­yor. Ör­ne­ğin, Ni­ca­ra­gu­a Devlet Baş­ka­nı Vi­o­le­ta Bar­ri­os kü­çük bir kent o­lan Cu­a­pa’nın Mer­yem Ana ta­ra­fın­dan zi­ya­ret e­dil­di­ği­ne i­nanan­lar­dan bi­risi. İd­di­a­ya gö­re, Mer­yem Ana ki­li­se ça­lı­şan­la­rın­dan bi­ri­sine de­vam­lı me­saj­lar i­le­ti­yor. 1981’de Ma­na­gua’da ya­pı­lan bir a­yin­de 30.000 kişilik bir top­lu­luk kut­la­ma­lar sı­ra­sın­da gü­ne­şin renk de­ğiş­tir­di­ği­ni söy­le­diler ve bu o­la­yı Mer­yem Ana´nın zi­ya­re­ti­ne bağ­la­dık­la­rı­nı be­lirt­ti­ler. 1987’de Uk­ray­na’nın Hrus­hiw ken­tin­de 12 ya­şın­da bir ço­cuk a­yin sı­ra­sın­da ki­li­se­nin ü­ze­rin­de da­i­re­ler çi­zen Mer­yem Ana´yı gör­dü­ğü­nü ve ko­münist­ler ta­ra­fın­dan vu­rul­du­ğu­nu söy­lü­yor­du. Da­ha ya­kın­lar­da A­me­ri­ka’da da Mer­yem Ana´yı gör­dü­ğü­nü söy­le­yen­ler ol­du. Den­ver ya­kın­la­rın­da “Mot­her Cab­ri­ni” tür­be­si­ni zi­ya­ret e­den bin­ler­ce ki­şi­ye a­çık­la­ma ya­pan ra­hi­be The­re­sa Lo­pez, yedi haf­ta i­çin­de sık sık Mer­yem Ana´nın o­na gö­rün­dü­ğü­nü ilan et­ti. Bu sı­ra­da ki­li­se bir ko­mis­yon ku­rdu ve bu tür o­lay­lar a­raş­tı­rıl­ma­ya a­lın­dı. Komisyonun işi çoktu zira Mer­yem Ana´yı gör­düğünü söy­le­yen­le­rin lis­te­si e­pey ka­ba­rık­tı. California, Santa Ana´dan Meksikalı göçmen kadın Irma Villegas, 1991 Ekim´inden başlayarak mozaiklerin üzerinde yedi hafta süreyle her sabah yapılan ayinde Meryem Ana´yı gördüğünü ve ilişki kurduğunu söyledi; Villegas; "Meryem Ana bana halkla konuşmamı söyledi, ben de bunu yapıyorum."diyordu. 20.Yüzyıl son­la­rın­da Mer­yem Ana´yı gör­dü­ğü­ne i­na­nan bir grup in­san Lo­u­i­si­a­na’da "Mir-Barış" adlı kulüp kur­du­. Ü­ye­ler­den bi­risi o­lan Mi­mi Kelly, gru­bun in­san­lık a­dı­na i­yi şey­ler yap­mak is­te­yen­le­rin ka­rar­lı­lı­ğıy­la ku­rul­du­ğu­nu söy­lüyordu. Med­ju­gor­je’de ge­çen Mer­yem Ana olayına i­na­nan ka­la­ba­lık bir grup, bu kulü­bün a­dı al­tın­da ga­ze­te­le­re bin­ler­ce mek­tup yaz­dı­lar ve bir­çok kon­fe­rans dü­zen­le­di­ler. Ay­rı­ca Yu­gos­lav­ya’da bu­lu­nan 70 ta­ne “ Mer­yem A­na te­le­fon hat­tı" a­raya­cak me­rak­lı­la­rı bek­li­yor. Mer­yem A­na’yı gör­dü­ğü­nü ya­ da bir me­saj al­dı­ğı­nı söy­le­yen­ler bu nu­ma­ra­yı çe­vi­ri­yor­lar. Ay­rı­ca son 16 ay­dır yap­tık­la­rı ey­lem­ler­de kul­la­ndıkları a­fiş­ler­de Mer­yem A­na’nın “Sizlere, Tan­rı’nın si­zi sev­di­ği­ni söy­üyor.” şek­lin­de slo­gon­lar kul­la­nı­yor­lar. 16 ay içinde Teksas´da bu sloganın yazılı olduğu 16.000 billboard asıldı. Papa, herşeye rağmen, olanlardan memnun, vatanı Polonya´da Meryem Ana sevgisi gittikçe artıyor; şim­di­ye ka­dar Mer­yem A­na fi­gü­rü, Meryem Ana Evi´nden do­la­yı Müs­lü­man Türk­le­r, Ku­düs nedeniyle de Mu­se­vi­le­r, İsveçli Lüteryanlar ve 1920´de de Sov­yet Bol­şe­vik­le­r üzerinde etkili ol­du. Şim­diki Rusya´da ise "Black Madonna" ikonunun bulunduğu ki­li­se­ler do­lup ta­şı­yor, üs­tü­ne üst­lük ko­mü­niz­min kar­şı­sın­da Mer­yem Ana kavramı birleştirici bir unsur a­ra­cı o­lu­yor­. Pa­pa Jean Pa­ul II, bu fır­sa­tı iyi kul­lanıyor, cüp­pe­si­ne altın "M" ar­ma­sı dik­tir­di, bir­çok tür­be zi­ya­re­ti yap­tı, a­dı­na du­a­lar o­kut­tu. 1981´de Vatikan´da Mehmet Ali Ağca tarafından vurulmasının 13 Mayıs´a yani Meryem Ana´nın Fatima´da üç çocuğa görünme olayının yıldönümüne raslamasının ilahi bir işaret olduğuna da inanıyor.

Kutsal Anne, Komünizm düşmanı bir politikacı mı?

Ay­rı­ca di­ni bü­tün Av­ru­pa­lı­ların ko­mü­niz­mden bu yol­la u­zak tu­tu­lduğu da kabul ediliyor ve Pa­pa gi­bi daha bir­çok ki­şi­yi de mem­nun e­di­yor­. 1917´deki Fatima olayında Meryem Ana, kehanetlerde bulunmuştu, tanıklardan birisi olan şimdiki Rahibe Lucia´ya göre, Meryem Ana´nın önemli kehanetlerinin içinde Sovyet gücünün yokolacağı da vardı ve Lucia bizzat Papa´ya ve Vatikan üst düzeyine onun "Lekesiz Kalbi" tarafından Komünizm´in silineceğini özel olarak anlatmıştı. Sovyetlerin yıkımının 1984´de başlayacağını söyleyen Lucia yanılmamıştı çünkü aynı dönemde ortaya çıkan Mihail Gorbaçov´un yükselen gücü sonun başlangıcıydı. İnanılması güç ama bugün özellikle ABD´de hala birçok insan, Komünistlerin Hz.İsa´nın kutsal annesi tarafından yokedildiklerine inanıyor. Ay­rı­ca da­ha ön­ce geçen Mer­yem Ana´nın ki­li­se­nin ü­ze­rin­dey­ken ko­münist­le­r tarafından vur­uldu­ğu­nu söy­le­yen 12 ya­şın­da­ki ço­cuk öyküsü de, hal­kı u­zun sü­re meş­gul et­ti. Vurulma öyküsü, to­ta­li­ter Sov­yet hü­kü­me­ti­ne du­yu­lan an­ti­pa­ti­yi daha da art­tır­dı. Aslında, böy­lesine güç­lü i­nanç­la­rın ya­şan­dı­ğı top­lum­da Mer­yem Ana´nın ye­ni­den can­lan­dı­rıl­ma­sı bir de­re­ce­ye ka­dar ka­bul e­di­le­bi­lir, fa­kat on­dan ge­len me­saj­lar ol­du­ğu­nu id­di­a et­mek pek ka­bul e­di­lebilir değildir. Va­ti­kan bir ara Mer­yem Ana´nın be­ka­re­ti ve an­ne­li­ği sim­ge­le­di­ği­ni be­yan e­den a­çık bir mek­tup ya­yım­la­dı. Va­ti­kan her ka­dı­nın ken­din­de bu­la­bi­le­ce­ği bu i­ki ö­zel­li­ğin Mer­yem’de ol­du­ğu­nun al­tı­nı çiz­miş ol­du. Bunlar anti-komünist kişilikte oluşan aile kavramı koruyuculuğunun yanısıra bakirelik ve de annelikti. Ama Pa­pa ka­dın­la­rın ra­hip o­la­ma­ya­cak­la­rı­nı da söy­lü­yor­du. “İ­sa, e­ğer ka­dın­la­rın ra­hip ol­ma­sı­nı is­te­sey­di, Mer­yem en baş­ta ge­lir­di.” derken ka­dın­la­ra, sırf Mer­yem Ana bir ev ka­dı­nı ol­du­ğu i­çin ka­ri­yer­le­ri­ni bı­rak­ma­ma­la­rı­nı da ö­ğüt­lü­yor­du. Ve Pa­pa Mer­yem’in i­ta­at­kar­lı­ğı­nı ve fe­da­kar­lı­ğı­nı ö­ver­ken bu­nun er­kek e­ge­men­li­ği yü­zün­den de­ğil, Tan­rı is­te­ğiy­le ol­du­ğu­nu be­lir­ti­yor­du. Böy­le­ce Mer­yem Ana´nın ev kadınlığı ve kocasına hizmet etmesi i­la­hi bir gö­re­ve dö­nüş­tü­rü­lü­yor­du.





Meryem Ana´ya yasaklar konmuştu!

Fa­kat fe­mi­nist­ler ki­li­senin bu yorumundan hoşnut değildiler. Te­o­lo­ji Pro­fe­sö­rü E­li­za­beth John­son, Mer­yem Ana´nın yü­ce­lir­ken pa­sif­leş­ti­ği­ni, er­kek e­ge­men top­lum­da i­ta­a­te ve be­ka­re­te mah­kum e­dil­di­ği­ni, seksin ona yasaklandığın söy­ledi. Fe­mi­nist­ler Mer­yem Ana´ya dün­ye­vi var­lı­ğın u­nut­tu­rul­du­ğu ka­nı­sın­da­lar. Johnson ekliyordu; "Güncel cinsiyet hiyerarşisinin burada güçlü izleri görülüyor..." Fark­lı bir dü­şün­ce akı­mı daha var. Bu ye­ni a­kım Mer­yem Ana´yı, dünya anneliği gö­revini taşıyan sosyal bir yargıç olarak tanımlıyor ve er­kek­le­rin e­ge­men­li­ği­ni kut­sal bir gö­rev­le yık­tı­ğı­nı dü­şü­nü­yor. İn­gil­te­re’de bir ra­hi­be o­lan La­vi­ni­a Byrne;” İ­sa çar­mı­ha ge­ril­di­ğin­de tüm yan­daş­ları ka­çar­ken, o oğ­lu­nun ya­nın­day­dı” di­ye­rek Mer­yem’i bir güç a­bi­de­si ha­li­ne ge­ti­ri­yor ve ona güçlü kadın imajını veriyor ve ekliyor; "O, yaşamı boyunca oğlunu izledi ve onun felaketine katlanabildi." diyor. Fran­sız ya­zar Nic­o­le Ec­hi­vard’da aynı çizgiyi izleyerek; "Tanrı´nın Annesi imgesi, kadınların sevgi ve toplum için yaşamaları olgusundan kaynaklanır, bu imge güçten ve robotlaşmış bir kişilikten daha üstündür. Meryem Ana çoğu zaman çoğu zaman liberal, çoğu zaman nedenselcidir, en doğru kararları vermiştir ve tüm annelerden çok ötede olan bir sorumluluğu simgeler.." diye yazıyor. Ba­zı­la­rına göre o­la­yın po­li­tik ya­nı ü­ze­rin­de de du­rulmalı. Ro­ma An­ge­li­um Ü­ni­ver­si­te­si­´den Prof.Mary O’Dris­coll, “Mer­yem zulm e­di­len­ler ve fa­kir­ler i­çin a­yak­tadır” derken Mag­ni­fi­cant´da (Mer­yem A­na’nın i­la­hi­si Lu­ka İncili 1) Tan­rı´nın hamile Mer­yem için söy­le­dik­le­ri­ni ha­tır­la­tı­yor; ”Kud­re­t, Tan­rı´nın tah­tından in­diril­miş­tir­ ve dü­şük se­vi­ye­lerdekiler için yü­kselt­ilmiş­tir; aç­lı­ğı gü­zel şey­ler­le dol­dur­du ve zen­gi­nliği boşluğa yolladı”. Bu tür revizyonist yo­rum­lar as­lın­da Va­ti­kan’a kar­şı de­ğil­dir. 1974’de Pa­pa VI Pa­ul, Mer­yem Ana´yı şöyle tanımlıyordu; "Acıyı ve yok­sul­lu­ğu, göç ve sür­gü­nü bi­len deneyimli, sabırlı ve hoşgörülü bi­r kadın ve o gü­cün a­na­sıdır" ve Jean Pa­ul I­I’de ay­nı şey­le­ri söylüyor ve; "Saf ve tüm sevgi için kendini kurban etmek; en bü­yük a­cı­la­rın üs­te­sin­den gel­me yeteneği, sınırsız sadakat ve yorulmaz bir görev aşkı; işte Mer­yem Ana budur..." diyordu. Fa­kat bütün bunlar tutucu kilisenin ve yandaşlarının görüşleri di­ğer ba­zı gö­rüş­leri ve gerçekleri; peki ya karşıda neler var?

* Ba­ki­re ge­be­lik

Mat­ta ve Lu­ke İn­cilleri, Mer­yem Ana´nın bir ba­ki­re ol­du­ğu­nu ve Hz.İ­sa’nın mu­ci­ze­vi bir şe­kil­de ba­ba­sız doğ­du­ğu­nu an­la­tırlar. Hat­ta daha es­ki ya­zıt­lar­da bu i­nan­ç doğ­ru­lanır. Hı­ris­ti­yan­lık bu i­nanç ü­ze­rin­de ıs­rarlıdır. Fa­kat ba­zı li­be­ral Ka­to­lik bilginler ve aynı paraleldeki Pro­tes­tan dü­şü­nür­le­r bu edebi gerçek anlatımında kuşkulular. Ra­hip Ray­mond Brown, ABD´de İn­cil a­ra­cı­lı­ğıy­la yol gös­ter­erek, so­ru­na “çö­zü­le­mez” tanımını getirerek bir ne­vi ta­bu oluşturuyor. Ama tar­tış­malar durmuş de­ğil; Det­ro­it Üniversitesi’den teolog Ja­ne Scha­berg tutucu inançları küçümsüyor, evlenmemiş Mer­yem Ana´nın Yu­suf’la ni­şan­lan­ma­sı­na rağ­men baş­ka bir a­dam­dan ha­mi­le kal­dı­ğı­nı ve onun öz­gür bir ka­dın ol­du­ğu­nu id­di­a e­derek; "erkeklerle ilişkisi var şeklinde tanımlanamaz ve asla yıpratılamaz." diyor.

* E­be­di ba­ki­re­lik

15 yüzyıl öncesinden kalan bir Ka­to­lik ve Or­ta­doks inancına göre Mer­yem Ana her­za­man ba­ki­redir. Bu­nun an­la­mı­, Yu­suf’la hiç seks yap­ma­dığı ve İn­cil’de yaz­dı­ğı gi­bi İ­sa’nın kar­deş­le­rinin ay­nı za­man­da onun ku­zen­le­ri ol­du­ğu demektir. Bu inanç ra­hip­ler ve ra­hi­be­ler i­çin be­ka­ret ge­le­ne­ği­ni sağ­lam­laş­tı­rır. A­ma Pro­tes­tan­lar için bu böyle değildir, onlar ra­hip ve ra­hi­be­le­rin ba­ki­re kal­mak zo­run­da ol­ma­dık­la­rı­nı sa­vu­nurlar. Ay­rı­ca li­be­ral ka­to­lik­ler­ de, sek­sin ki­li­se i­çin a­yıp sa­yıl­ma­ma­sı ge­rek­ti­ği gö­rü­şün­de­ler. Teolog Ranke-Heinemann Meryem Ana´dan normal annelik ve seksüellik hakkının çalındığını belirtiyor ve "Bu olay canavarca uydurulmuş nörötik bir seksüel fantazidir..." diyerek sert bir çıkış yapıyor. Heinemann´a Vatikan´ın cevabı belli; "Kilisenin seksle ilgili bir sorunu yok, bunu dünya biliyor."

* Gü­nah­sız ge­be­lik

Bu görüşe göre Meryem Ana günahsızdır yani doğduğu gibi saftır, inanç 1854 yı­lı­na ka­dar Ka­to­lik ki­li­se­si ta­ra­fın­dan bir dog­ma o­la­rak su­nul­du. Kim­se­nin Mer­yem’in ge­be­li­ği hak­kın­da söz söy­le­me yet­ki­si yok­tu ve Meryem Ana mükemmel bir yaşam sürdürmüştür. Fa­kat pro­tes­tan­lar bu­na da şid­det­le kar­şı çıkıyorlar; Hz.İsa´dan başka kimsenin günahsız olamayacağını ve Mer­yem Ana´nın da in­sa­ni gü­na­h iş­le­miş ol­ma­sı­nın gerektiğini söy­lemekteler. Yazar Marina Warner, "Bakire Meryem Miti ve İnancı" adlı kitabında böyle bir inanç yüzünden Meryem Ana´nın insan ırkından dışlandığını belirtiyor. Ay­rı­ca Mer­yem Ana´nın tüm in­san­lık­tan ay­rı­lan bir du­ru­mu sokul­ma­sı Hz.İ­sa’nın din­sel gü­cü­nü de teh­li­ke­ye a­ta­bi­lir­. Tar­tış­ma­lar sü­rü­yor, bir­çok ki­şi gü­na­hı yal­nız­ca Tan­rı’nın be­lir­le­ye­bi­le­ce­ği­ni görüşünde. Mer­yem Ana´nın gü­nah iş­le­miş ol­ma­sı­ Hz.İ­sa’nın pey­gam­ber­li­ği­ne göl­ge dü­şür­mez, deniyor. Pro­tes­tan ki­li­se­si bir di­zi a­çık­la­ma yap­tı, on­la­ra gö­re, Mer­yem Ana´yı bir a­zi­ze o­la­rak gös­ter­mek ve o­nu ner­dey­se Tan­rı­laş­tır­mak veya ona "Tanrı´nın Annesi" demek ki­li­se­nin sı­ğın­mak zo­run­da kal­dı­ğı bir ol­gudan başka birşey değildir.

Peki, acaba gerçekten yaşadı mı?

Şim­di her­kes Mer­yem Ana´nın ro­lü­nü tar­tı­şı­yor. Ka­to­lik ve Lut­he­ran ki­li­se­le­r Mer­yem Ana´nın Hz.İ­sa’ya or­tak ko­nu­ma gel­me­sin­den ra­hat­sız­lar, çün­kü hiçbir in­sa­n Hz.İ­sa’ya or­tak o­la­maz. Bu du­rum­da Ka­to­lik­ler, Mer­yem Ana´yı a­ziz bir an­ne ve hiz­met­kar o­la­rak gös­te­re­rek, o­nu di­nin ya­yıl­ma­sı i­çin oğ­lu­na or­tak ol­ma ko­numu­dan u­zak­laş­tır­ma­ya ça­lı­şı­yor­lar. Fa­kat fe­mi­nist­ler, Mer­yem Ana´nın Tan­rı’nın hiz­met­çi­si ve yıp­ran­mış bir an­ne o­la­rak yo­rum­lan­ma­sı­nın yan­lış ol­du­ğu­nu dü­şü­nü­yor­lar. On­la­ra gö­re Mer­yem, öz­gür ve ce­sur bir ka­dın­dı, oğ­lu­nun sa­va­şı­na yar­dım e­den tek ki­şiy­di ve bel­ki­ de ba­ki­re de­ğil­di. Bu du­ru­mun far­kı­na va­ran bazı din bi­lim­ci­ler Mer­yem Ana´nın bu i­maj i­çin­de varol­ma­sı­nın po­pü­la­ri­te­si­ni ar­tır­dı­ğı­nı dü­şü­nü­yor­lar. Ateist bilimin manşetinde ise şöyle yazıyor; Meryem Ana diye bir insan yaşamış değil, ortada çok eski pagan inançlarından gelip, Hıristiyanlığı etkileyen bir ana tanrıça saplantısından başka birşey yok. Hatta, bu konuda BBC´de her iki dinin en üst düzey uzmanlarının katıldığı bir dizi tartışma yapıldı; konu, gerek Hz.İsa´nın, gerekse de Meryem Ana´nın yaşayıp yaşamadıklarıydı. Ama bu başka bir yazının konusu...

Önemli bir görüş de Berkeley Üniversitesi profesörlerinden Dr.Sandra Schneiders´den geliyor; "Bu ölü bir dalganın yükselişine benziyor, tanrıça tanımlamaları, ilahi feminenlik ünvanları, erkek bir tanrıya benzerlik gibi şeyler geçmişte kaldı. Meryem Ana´nın popülaritesinin gittikçe artmasının bütün bunlarla hiç ilişkisi yok. Musevi-Hıristiyan inancı sadece erkekler içindir ve burada ilahi feminizm ağlayışının dışarı sızabileceği küçücük bir çatlağa raslayamazsınız." İn­san­lık ba­zen Mer­yem Ana´ya ağ­lı­yor, ba­zen o­nun­la övü­nü­yor. Meryem A­na, ya güç­lü bir ka­dın ya ­da a­ciz bir e­be­beyn; Fedakar bir anne veya bir savaşçı veya bağımsız ya da acılar içinde yaşamış bir kadın; bütün bunlar batı uygarlığının çizdiği kalıplar ve Mer­yem Ana ba­tı dün­ya­sı­nın ö­nem­li bir par­ça­sı. Mil­yon­lar­ca in­san o­nun­la il­gi­li gi­ze­mi çöz­me­ye ça­lı­şı­yor. Bu kadar farklı düşünce ve inanç arasında tek bir ortak nokta var; her­kes Mer­yem Ana´nın kut­sal bir an­ne o­la­rak gö­re­vi­ni yap­tı­ğı­nı tartışmasız kabul ediyor.

Bilinmeyen Meryem Ana ŞİRİNCE´ DEN BÜLBÜL DAĞI´NA




ŞİRİNCE´ DEN BÜLBÜL DAĞI´NA

Papalığın resmen kabul ettiği Efes´deki Meryem Ana Evi, yüzyıl kadar önce kötürüm bir Alman rahibenin vizyonları sonucunda bulundu. Ama gizem burada bitmiyordu. Rahibe Emmerich, tüm dinlerin kutsal anasının öldükten sonra Efes yakınlarında bir yere gömüldüğünü de söylüyordu...

Önümüz sonbahar ayları; Muhakkak iş ve kent teröründen kurtulmak için tatile çıkacaksınız veya çıktınız aslında tatilin en iyi zamanlamasını yapmak istiyorsanız sonbaharı bir kez daha düşünün. Eğer yolculuğunuzu özel arabanızla yapacaksanız ve yine eğer yolunuz Güney Ege´ye doğruysa, o zaman Selçuk´ dan geçmek zorundasınız. Yine o zaman, Selçuk´ da mümkünse bir gün durun, ucuz ve temiz pansiyonlar bulacaksınız, hatta oteller ve bu yazıyı anımsayarak önce şimdiki adıyla Şirince olan köyü ve sonra da yine şimdiki adıyla Bülbül Dağı´nı ziyaret etmeden geçmeyin. Neden mi? Gelin öyleyse...

Şirince ve daha büyük bir ihtimalle Bülbül Dağı belki de çoğunuzun bildiği yerlerdir. Selçuk ve Kuşadası yöresini iyi bilenler ise Şirince´yi görmüş ve duymuşlardır. Bülbül Dağı ise, Meryem Ana Evi´´nin bulunduğu tepenin adıdır. Yani yazımızın kahramanı olan Meryem Ana´nın yaşamının son yıllarını geçirdiği ve inançlara göre de ölümünden sonra gömüldüğü yer. Acaba,bunlar gerçek mi? Geleneksel inançların peşinden mi gidiyoruz yoksa işin içinde bilinmeyen birşeyler var mı? Evet var diyoruz, çünkü gerek Bülbül Dağı, gerekse de Şirince bilinmeyen sırları saklıyorlar. Şöyle bir bakıp geçildiğinde veya gidildiğinde, Meryem Ana Evi gezilip, görülecek arkeolojik bir yer görünümünde ve de mistik bir doyumla huzur bularak oradan ayrılırsınız. Ama aslında, olay çok farklıdır. Çünkü gerek söz konusu yöre, gerekse de Meryem Ana olayı günümüzde dünyayı yönlendiren iki dev dinin İnsanlığı tek bir noktada buluşturan tek yer olduğu gibi, gezegensel barışın da elle tutulur biçimde yaşatıldığı tek fenomendir.

Madonna ama bu çok farklı olanı...

Eski adıyla Panaya Kapulu ´ya yani Bülbül Dağı´na gittikçe artan keyifli virajlarla tırmanıp, Meryem Ana Evi´ne geldiğinizde, hele dönem turizm sezonu ise, bir tarafta haç çıkararak, rahiplerle beraber dua eden Hıristiyanları, bir tarafta ise Kuranı Kerim´ in Meryem Suresi´ni, Fatiha ile beraber okuyan Müslümanları görürsünüz. İsa ve Muhammed bu küçücük taş yapıda kendilerinden sonrakilerin beceremedikleri bir şekilde ve aslında olması gerektiği gibi burada kucaklaşırlar. Ortak noktaları ise kutsal bir kadındır; Meryem Ana... Kimdir Meryem Ana? Bütün zamanların en tanınmış kadını olmasının yanısıra, gerçekten bir peygamber annesi olmasının dışında, metafizik boyutları olan gerçekten yaşamış bir insan mıdır? Müthiş bir popülaritenin zirvesinde yaşayan bu kadın öylesine etkindir ki, zaman zaman oğlunun dinsel kişiliğinin dahi üzerine çıkmış ve hiçbir din ya da, inançda raslanmayan bir kutsanma ile adına özel kiliseler ve tapınaklar kurulmuştur. Ne Hz. Muhammed´in, ne de Hz. Musa´nın veya Buda´nın dinlerinde böyle bir kutsal kadın tiplemesine raslanmaz.

Efes yollarında üç kişi...

İşte salt bu noktada Meryem Ana veya Bakire Meryem, 1991´ in Aralık ayında TIME dergisinde kapak olarak, ilk feminist ilan edilmişti. Ona aftedilen kimlikler şaşırtıcıdır; "Evrenin Kraliçesi; Tanrı´nın Cariyesi; İki Alemin Tanrısalı; Bilginin Anası" gibi... Ve tabii Madonna kimliği (Aman dikkat, bu Madonna tanımı, şimdiki çılgın medya çıplağı Madonna değil, duyurulur. Zira Madonna sözcük anlamında bakireliği ve arınmışlığı ifade etmekte; Bizim sarışın pop kızımız ise tam aksini simgeliyor...) Yaklaşık bir düzine kaynak ve daha bir sürü araştırma Meryem Ana´nın Selçuk´a yani Antik Efes´ e gelip yaşadığını ve orada yaşama veda edip, gizli bir yere gömüldüğünü belirtiyorlar. Gizli mezarı şimdilik bir yana bırakacak olursak, Meryem Ana´nın Kudüs´den Efes´e getirildiği kesin gibi, çünkü bu konuda ciddi kaynaklar ve kanıtlanmış tezler bulunuyor ve 1896´ da Papa 9.Pius´ un Bülbül Dağı´nı Hac Merkezi ilan ettiğinden bu yana, kurulan dernek ve vakıfların sayısı onları buluyor.






Nasıl olmuş da Meryem Ana , 2000 yıl öncesinde Kudüs´ den yola çıkıp, buralara gelebilmiş? İncil´e göre Hz. İsa çarmıha gerildikten sonra, son dakikalarını yaşarken ayağının dibinde havarilerinden John veya Yuhanna bulunuyordu, Havari John Meryem Ana´yı ve Azize Maria Magdalena´yı son anda orada bulunsunlar diye getirmişti. İşte tam o acı anda, İsa başını çevirir ve John´a annesini göstererek;"İşte senin annen." ve sonra da annesine "İşte senin oğlun" der. Çizilen teolojik kişiliğe göre Havari John, efendisi İsa´ya saf ve katışıksız ve hatta militanca bağımlılığı olan biridir. O andan başlayarak John, İsa´nın emrini benimser, Meryem Ana´yı, Maria Magdalena´yı ve birkaç yakınını daha yanına alarak korumaya çalışır. Ama Kudüs, İsa´ya ilk inananlar ve yakınları için artık tehlikelidir. Gerek fanatik Yahudiler, gerekse de hakim Romalılar İsa taraftarlarına göz açtırmamakta ve yakaladıklarını öldürmektedirler. Sonuçta John kutsal kadınları da yanına alarak, Kıbrıs üzerinden Anadolu´ ya uzanan bir yola düşe ve 2000 yıl öncelerinin dünyasında çok önemli bir liman kenti olan, ticaret merkezi Efes´ e kadar gelirler. Neden Efes? Çünkü Efes o yıllarda tam bir megapolisdir ve herkese açıktır. Üstelik belli bir anlamda da düşünce özgürlüğü vardır, ayrıca da İsa ve neden olduğu olaylar henüz oralarda etkin ve duyulmuş değildir.

Kötürüm rahibenin mucizesi...

Kaynaklara göre Meryem Ana ve yakınları Efes´ e gelerek, gözden uzak, güvenli ve huzurlu ve aynı zamanda da kente ve limana hakim olan Bülbül Dağı´ na yerleşirler, John efendisinin annesine küçücük bir taştan ev inşa eder, işte bu ev bugün ziyaret edilen evin bulunduğu bölgede yapılmıştır ama şu an ziyaret edilen ev, John´ un yaptığı ev değildir, yaklaşık aynı yere yaklaşık 300 yıl sonra yapılan bir kilise yapısıdır. Belki de, John´ un Meryem Ana için yaptığı evin temellerinin üzerine yapılan yapıdır, araştırmalar bu yönde. Peki bu ev nasıl bulundu ? Galiba işin en doğa ötesi tarafı da burada başlıyor. Çünkü bu evi ve evin yerini, oraya 3500 km uzaklarda yaşayan ve kötürüm olduğu için yaşamı boyunca evinden dışarıya hiç çıkamayan bir Alman rahibesi, vizyonlar görerek buldu.

Adı Anne Caterina Emmerich, Almanya´ da Westfalen´de Flamsk´da 1774´de doğdu ve 1824´de Dülmen´ de öldü. Genç kızlığında geçirdiği bir hastalık sonucunda kötürüm kaldı ve bir daha hiç ayağa kalkamadı. Ve ilginçtir, onun vizyon denen uyanıkken görülen hayallerle yerini gösterdiği ve buldurduğu Meryem Ana Evi´nde yüzyıllar sonra, sayısız yürüyemeyen hasta şifa bulacak ve belgelerle kanıtlanacaktı. Emmerich yatağında vizyonlarını anlatırken, yanında bulunan Clemens Brentano adlı Alman ozanı, tüm söylediklerini yazdı ve bir kitap haline getirdi. Brentano´ nun kitabı sonraki yıllarda olay yaratacaktı ve 1891 yılında İzmir Koleji Müdürü Paulin, kitabı okuyunca şok geçirecekti. Çünkü Emmerich´in vizyonlarında adı geçen Panaya Kapulu Dağı´nı biliyordu. O yıllarda adı Kirkince olan Şirince Köyü´nün Rum sakinleri Bülbül Dağı´nı bu adla tanıyorlardı. Ve üstelik her yılın 15 Ağustos´unda o dağa giderek dini törenler yapıyorlardı, geleneği dedelerinin dedelerinden almışlar ve yüzyıllardır uyguluyorlardı. İşte size inanılmaz bir gerçek; Emmerich, vizyonlarında Meryem Ana´nın 15 Ağustos´da öldüğünü söylüyordu. Öyleyse Emmerich´e göre Kutsal Anne orada bir yere gömülmüştü.




Yeri bilinmeyen mezar,

Paulin ve arkadaşları uzun aramalar sonunda tam kitapta anlatıldığı gibi önünde bir dere akan, ağaçlar arasında, tarif edilen kaya ve çalı kümeleri içinde evin temellerini buldular. Kısacası şu anda hac yeri olarak ziyaret edilen Meryem Ana Evi kötürüm bir rahibe kadının vizyonları sonucunda bulundu. Nedir olayın sırrı? Bilmiyoruz ama aklın ve bilimin sınırlarının ötesinde olduğu kesin. Emmerich´in kitabı bu kadarla bitmiyor Sevgili Okurlar asıl şok daha ilerki sayfalarda. Zira özgün adıyla Dülmen Rahibesi, Kutsal Anne´nin ölümünü ve nereye, nasıl gömüldüğünü de anlatıyor. O sayfalara kadar anlatılan ve yazılan herşey doğruysa, öyleyse bu da doğru olabilir, hem zaten kaynaklarda Meryem Ana´nın Efes´de 63 yaşında öldüğünü ve Havari John tarafından gizli bir yere gömüldüğünü görüyoruz. Daha sonra John´ da burada Efes´ de ölecek ve şimdi Selçuk´un içinde bulunan ve üzerine kilise yapılan yere gömülecekti. Kutsal annenin çok yakınına...





Bir işaret bekleniyor...

Gerçek böyleyse; sonuç inanılmaz olabilir. Eğer birgün Meryem Ana´ nın mezarı ortaya çıkarılırsa, iki büyük din, kutsal kabul ettikleri kadının huzurunda bütünleşecekler ve belki de o gün dinsel ayrım ve düşmanlık yok olacak ve her iki dinin de gerçekte aradığı ve vazettiği barış gerçekleşecektir. Meryem Ana´nın mezarı ortaya çıkarılırsa dedik, bulunursa demiyoruz. Çünkü kulağımıza gelenlere göre bu mezarın yeri biliniyor ve bekleniyor. Hatta bu satırların yazarı da, araştırırken ilginç deneyler yaşadı. Neyse; bu başka bir öykü... Ne mi bekleniyor? Kimbilir, belki Emmerich tarzı bir vizyon veya bir başka fizik ötesi bir olay ya da, bilinmezlik... Zaten bilinmeyen, bilinenin içinde değil mi ? Bütün bunlar yüzlerce kitabı dolduran süper bir konunun özeti ama çapı ne olursa olsun, olayın gizemi ve çarpıcılığı değişmiyor. Herşey bir yana, dedim ya yolunuz oralara düşerse önce bir Şirince´ye çıkın, uygarlık adlı beton ve çelik salatasının henüz tecavüz edemediği yemyeşil, sevecen bir köyü birkaç saat bilinmeyen duygularla yaşayın.

Sonra ise Bülbül Dağı´na veya Panaya Kapulu´ya çıkın ve çıkarken o sarhoş edici virajların birinde bir mola verip, yükseklerden Efes´i ve mavi pırıltılı Arşipel´i seyredin, aynen ikibin yıl öncelerinde Aziz John ve arkadaşlarının yaptığı gibi... Aynen Meryem Ana´nın ikibin yıl evvel Efes´i ve uygarlıklar denizi Ege´yi seyrederken çok uzaklarda kalan sevgi simgesi oğlunun anısına gözyaşı dökmesi gibi...

TİTANİK’İN SIRRI NEYDİ



TİTANİK’İN SIRRI NEYDİ?


Tüm zamanların en ünlü gemisi Titanik, herkes tarafından bir deniz faciası nedeniyle tanınır oysa dev yolcu gemisinin ardında inanılmaz bir gizem saklı.





Titanik’in akıl almaz öyküsünü sunarken uyarıyoruz. Bir düşünün, Titanik’i batıran gerçekten bir buz dağı mıydı?

Hiç kimse onun dünyanın en büyük kehanetlerinden birisini yaptığını bilmiyordu. Hatta kendisinin dahi haberi yoktu. Adı; Morgan Robertson´du, Amerikalıydı, 1861´de doğdu, gençken denizcilik yaptı, sonra ise bir elmas eksperi oldu ve New York´da kuyumculuk yaptı. Sonra Kipling´in bir öyküsünü okudu ve yazar olmaya karar verdi. İlk öyküsü 25 $´a satıldı, daha sonra yazdığı 10 öyküden ise 1000 $ kazandı. Yazmak ona artık kolay ve kazançlı geliyordu. 1897 yılının bir kış gecesinde 24.Caddedeki dairesinde yeni bir deniz öyküsü yazmayı planladı. Bu bir uzun öykü olacaktı.






Hayali “Titan Kazası”

Hayalinde dev bir yolcu gemisi vardı, asla batmayan bir gemi. Bir aşk teması üzerine kurulu olan öykünün kahramanları bu dev gemiye binip, İngiltere´den ABD´ye gidiyorlardı ve aşk hikayesi dünyanın en lüks gemisinde sürecekti. Ama öykünün hayali kahramanları beklenmedik bir sürprizle karşılaşacaklar ve bir deniz kazası batmaz denen gemiyi okyanusun dibine yollanacaktı. Robertson´un teması buydu, oturup yazmaya başladı ve öyküye iki isim verdi; "Futility"yani "Nafile" ve "Titan Kazası"... Evet, yanlış okumadınız; Titan... Şimdi beraberce Robertson´un romanından bİr bölümü; "Titan"ın batış sahnesini okuyalım.

"Gözcü haykırdı; ´buzdağı! Birinci subay, kaptana haber verdi ve derhal makine dairesine tornistan yani geri git emri verildi. Fakat dev gemi durmuyordu, hızını kesmesi için zaman lazımdı ve sisler arasında görünen buzdağı yaklaşıyordu. Aşağıdan ise orkestranın ve eğlenen insanların sesleri duyuluyordu. Sonra buzdağı gemiye ulaştı, bu arada gemi ters çalışan pervanelerin gayretiyle yan dönmüştü ama yetersizdi ve kaptanla yardımcılarının çaresiz bakışları arasında buzdağı Titan´ın sancak tarafına çarptı. Darbe hafifti hatta pek hissedilmedi, kaptan o anda ucuz atlattık diye düşünüyordu. Ama birkaç dakika sonra gemi birden yan yattı, buzdağı asıl yarayı su kesiminin altında açmıştı, yara öldürücüydü çünkü uğursuz buzdağı Titan´ın bordasını jilet gibi keserek, parçalamıştı."

Daha sonra Robertson öyküye; gemi hızla su aldığını. Alarm verildiğini, filikaların indirilerek, önce kadınlar ve çocuklar bindirildiğini, yardım çağrıları yapılırken, Avrupa´nın en ünlü ve zengin ailelerinin mensuplarnın birbirlerine ebediyen veda ederken, dev yolcu gemisi Titan’ın buzlu kutup sularına hızla gömüldüğünü anlatarak devam ediyordu.

İnanılmaz kehanet gerçekleşiyor...

Ve Robertson 1898 yılında öyküsünü küçük bir kitap olarak yayınladı. Kitap onu çok daha sonra ölümsüz yapacaktı, dünyanın en çarpıcı ve en dehşet verici kehanetini yazmıştı ama sonuç yayınladığı dönem için aynen kitabın adı gibiydi yani "Boşyere" Aradan 14 yıl geçti ve başka bir zamanda, başka bir gemi, asla batmaz denen dünyanın en lüks ve en büyük yolcu gemisi Titanik, İngiltere’nin Southampton limanından yeni dünyaya doğru denize açıldı. Sonra, 1912 yılında 14 Nisan´ı, 15 Nisan´a bağlayan gecede sisler arasından birden ortaya çıkan bir buzdağı batmaz denen Titanik’in katili olacaktı. Yukarda okuduğunuz Robertson´un romanındaki batış sahnesi aynen gerçekleşti. Sadece o kadar mı? Bakın Morgan Robertson Titanik´den 14 yıl önce yazdığı romanında daha neleri bilmişti;

Robertson´un romanındaki Titan adlı gemi Southampton limanından yola çıkıyordu ve 14 yıl sonra Titanik de aynı limandan yola çıktı.

Romandaki gemi ile, Titanik arasında sadece 4 metre fark vardı. Titan 248 metre, Titanik 252 metreydi.

İki geminin ağırlıkları da çok yakındı. Robertson romanında Titan´ı 70.000 ton ağırlığında yazmıştı; Gerçek Titanik ise 66.000 tondu.

Her iki geminin de üç pervanesi vardı ve her ikisi de 3000’er yolcu taşıyorlardı. Gerek romandaki hayali Titan´a gerekse de gerçek Titanik´e Avrupa´ nın sayılı zenginleri ve ünlü aileleri binmişlerdi.

Daha da ötesi var;

Robertson´un romanındaki dev Titan, New Foundland yakınında; Kuzey Atlantik´ de bir buzdağına çarparak battı ve işte inanılmaz ama gerçek; Talihsiz Titanik de 14 yıl sonra aynı koordinatta, aynen romandaki benzeri gibi bir buzdağına çarparak okyanusa gömüldü.

Ve her iki gemide de; yeterince cankurtan filikası yoktu; Robertson romanındaki gemide 24 filika bulunduğunu yazıyordu; Titanik´de ise 22 filika vardı ve bu yüzden can kaybı büyük oldu.

Sonra...Gerçek kazanın sonucunda 1513 yolcu boğularak öldü ve kayboldu. Aynen 14 yıl önceki romanda yazıldığı gibi... Robertson´un romanındaki Titan´da ise 1500 kişi ölüyordu. Her iki gemi de 3000 kişilikti ve Titanik´e 2224 kişi binmişti.

Aynı asla batmaz denen gemi,

Aynı yerden aynı yere yolculuk,

Aynı tarihte, aynı yerde kaza,

Aynı buzdağı ve aynı tür batış,

Aynı yolcu ve ölü sayısı,

Hatta iki gemi de batarken orkestranın ilahi çalmasına kadar...

Bir kez daha okuyun ve düşünün...




Büyük kehanet farkedilmiyor...

Morgan Robertson başarılı olamadı, kitabı satmadı, daha sonra yazdıkları da ilgi görmedi. Bunalıma girerek, bir hastanede psikolojik tedavi gördü. Sonra yeni biröykü yazdı, bir Fransız dergisinde yayınlanan bu öyküde de, denizaltılardan söz ediyor ve periskopu tarif ediyordu. Ama yine ilgi görmedi. Başarısız bir yazar olarak, Mart 1915´de bir otel odasında ayakta geçirdiği bir kalp kriziyle yaşama veda etti. Asıl inanılmaz olay burada çünkü Robertson mart 1915´de öldü. Yani gerçek Titanik´ in batışından üç yıl sonra...Ve hiç kimse Robertson´la ilgilenmedi, yine kimse farketmedi ve hiç kimse onun 14 yıl önce Titanik´i aynen nasıl anlatabildiğini merak etmedi.

Kimse onu anımsamadı, ta ki 1980´lerde inanılmaz olaylarla ilgili araştırmalar yapılıncaya kadar... Morgan Robertson;Titanik batmadan 14 yıl önce, gemiyle ve kazayla ilgili herşeyi tıpatıp aynen nasıl yazmıştı ? Raslantımıydı? O, başarısız bir yazar olarak tarihin karanlıkları arasında kayboldu, şimdi ise ruhu hatırlanmanın sevinci içinde olmalı... Kehanet sıradan bir iş değil, ve asıl gizem kendi yapısında, ne zaman ve nerede ortaya çıkacağı hiç belli olmuyor; oysa gelecekte nelerin olacağı konusunda çevremiz sayısız ipucu dolu; yeter ki görmek için çaba gösterelim. Titanik´ in gizemi burada da bitmiyor. Biri daha var;

"Denizde tehlikede olanlar için dua ediyoruz..."

Kanada, Winnipeg´de Rosedale Metodist Kilisesi´ndeyiz, Rahip Charles Morgan bir pazar sabahı erkenden kalkmış, o günkü ayin için hazırlık yapıyordu. Okunacak ilahinin numarasını karatahtaya yazdı. Tüm hazırlıklarını bitirdikten sonra, ayine kadar biraz uyumak amacıyla odasına çekildi ve derin bir uykuya daldı. Birden kendini çok canlı ve etkin bir rüyanın içinde buldu. Karanlıkların içinde, dev bir kütle vardı, dalgaların sesleri duyuluyordu, çanlar çalıyor ve Rahip Morgan´ın çok uzun yıllardır işitmediği bir ilahi duyuluyordu. Rüya o kadar etkili ve rahatsız ediciydi ki, Morgan uyandı, ilahi ve çan sesleri kulağından gitmiyordu. Saatine baktığında, fazla zaman geçmemiş olduğunu gördü, rüyanın kötü etkisinden kurtulmaya çalışarak yeniden uyumaya çalıştı ve yeniden uykuya daldı. Rüya tekrar başladı, ilahi, çan sesleri, karanlık, dalga sesleri ve devrilen dev kara kütle. Morgan bu kez, panikle uyandı ve kendini boş kiliseye attı, karatahtaya giderek o bir türlü kulaklarından gitmeyen ilahinin numarasını yazdı. Ayin saati gelmişti, cemaat toplanıyordu, Rahip Morgan ilahiyi başlattı, notalar kilisede çınlarken, aynı anda binlerce mil ötede okyanusun ortasında aynı ilahi buzlu denizi çınlatmaktaydı; "Duy, Kutsal Baba, Sana denizde tehlikede olanlar için dua ediyoruz." İlahi biterken, Rahip Morgan´ın gözlerinden yaşlar akıyordu. Aynı günün sonraki saatlerinde, Rahip ilahiyi okudukları sırada Atlas Okyanusu´nun derinliklerinde büyük dramın yaşandığını öğrendi. O gün, 14 Nisan 1912´idi ve Atlantik´in kuzeyindeki buzlu sularda Titanik suların içinde yokolmuştu.

Titanik’de bir gariplik var...

Titanik battığında, ünlü İngiliz gazeteci William T. Stead gemide bulunuyordu.1892 yılında Stead hikayeler yazarak yaşamını kazanıyordu. Gazeteciliğinin yanısıra Stead, ölüm ötesi ve Spiritüaliizm ile yani Ruhçuluk’la da ilgileniyor, araştırmalar da bulunuyordu. O yıl yazdığı kısa hikayelerden birinin adı neydi biliyormusunuz? "Titanik" ve yine Titanik´den 20 yıl önce...YineTitanik´de olduğu gibi, Stead´ın hikayesindeki Titanik´de bir buzdağına çarparak batıyordu. Ve Stead´ın yazdığı hikayede, Stead kendisini kazadan kurtulan biri olarak anlatıyordu. Ve; 20 yıl sonra gerçek Titanik batarken, o buzlu ve soğuk denize gömülenlerden birisi Stead´ ın gerçekten kendisiydi. Ama; sonu romandaki gibi olmadı çünkü kurtulamayacaktı. Zira bu roman gerçekti ve başka bir romancı tarafından yazılmıştı. O anda Stead ne düşünmüştü? 20 yıl önce yazdığı hikayeyi düşünüp, kurtulacağına inanıyormuydu? Bunu asla bilemiyeceğiz...

Biri daha var. Ama çok daha sonra; 1935´ de... William Reeves adlı bir denizci bu; İngiltere´den Kanada´ya giden "Titanian" adlı kömür yüklü buharlı gemi; soğuk bir Nisan gecesinde Kuzey Atlantik´de seyrediyordu. Bütün denizcilerin ezbere bildikleri o uğursuz yere; Titanik´in battığı noktaya varmışlardı. Reeves, güverteden denize bakarak yıllar öncesindeki olayları düşlüyordu. Ve o gün Reeves ´in doğum günüydü, olabilir ama Reeves´ in doğduğu tarih çok önemliydi, çünkü Reeves 14 Nisan 1912´ de doğmuştu. Yani Titanik´in battığı günde. İşte tam o günde; Titanik´in battığı günde Reeves doğum gününü; Titanik´ in battığı yerde kutluyordu. Ve birşey oldu... Reeves birden, suların kaynaştığını ve dev bir buzdağının geminin yolu üzerinde belirdiğini gördü. Tam o anda da, köprüden alarm verildi. Uzaklık yeterliydi. Mürettebat gemiyi zamanında durdurdu, buzdağının yanından geçeceklerdi ama olmadı... Çünkü bir saat içinde çevreleri; yüzlerce buz kütlesi tarafından sarıldı. Artık hareket etmelerine imkan yoktu. Reeves ve arkadaşlarının içinde bulundukları Titania adlı gemiyi, ancak 9 gün sonra yetişen buz kırma gemileri kurtardılar. Neden? Buzdağları o korkunç gecenin yıldönümünde, bir grup denizcinin orada bulunmasını mı istemişlerdi ?

Evet... İnanılmaz ama gerçek zira Titanik´ in gizemi şaşırtıcı. Titanik şimdi okyanusun derinliklerinde uyuyor sadece bir kez ziyaret edildi. 1 Eylül 1985´de Amerikalı ve Fransız uzmanlardan kurulu bir sualtı ekibi onu buldu ve görüntüledi. Morgan Robertson; Titanik batmadan 14 yıl önce, gemiyle ve kazayla ilgili herşeyi tıpatıp aynen nasıl yazmıştı, raslantımıydı? William T. Stead 20 yıl sonra içinde öleceği geminin adını ve kendisinin de içinde bulunduğu öyküsünü, hangi raslantı sonucunda yazmıştı? Titania adlı gemiyle, Titanik´in battığı günde doğan ve doğum gününde Titanik´in battığı yerde bulunan Reeves´ in buzdağları tarafından 9 gün hapsedilmesi de raslantımıydı? Düşünür Voltaİre diyor ki; "Belki de raslantı dediğimiz şey; belirli bir şeyin bilinmeyen nedenidir..." Robertson, Stead ve Reeves bizim gibi birer insandılar. Bizler gibi normal ama bilinmeyen yönleri olan insanlar. Her insan gibi... Ve siz de; bilinmeyen raslantılarla her an karşılaşabilirsiniz...




Titanik´den sesler;

Kazadan kurtulanların anıları;

"Kazadan bir gece önceydi, karım başıma Titanik´in sahibi olan White Star Şirketi´nin ambleminin bulunduğu kepi giydirdi, güvertedeydik ve tam o anda gökde bir yıldız parçalara ayrılarak dağıldı. Karım bundan hiç hoşlanmadığını söyledi. "

Kamarot Arthur Lewis

"Babam heyecanlı, annem moralsizdi ve hayatımda ilk kez onun ağladığını gördüm. Umutsuzdu ve birşeylerin yolunda gitmediğini söylüyordu. Yedi yaşındaydım ve daha önce hiç hiç gemi görmemiştim. Çok büyüktü, herkes çok heyevanlıydı, kamaraya indik, babam anneme yatmasını ve sakinleşmesini söyledi ama annem bütün gece oturdu, ta ki kazaya kadar ve sadece ben kurtuldum. "

Eva Hart

"Woolston´da yaşıyorduk, okul öğleyin tatil edildi ve Titanik´in limandan ayrılışını görmeye götürüldük. Öğretmenimiz başımızdaydı, sonra Titanik yavaş yavaş iskeleden ayrılmaya başladı; bu onu son görüşümüzdü, Southampton sularında gittikçe uzaklaşıyordu. Yanımda yaşlı bir adam vardı, eliyle iyi şans işaretleri yaptıktan sonra başını salladı, sonra yüksek sesle hiç umut olmadığını söyledi."

Lois Brown Jacobs

Nasıl battı?

Titanik nasıl battı? O kadar çok kuram var ki; bunların en yenilerinden bir tanesi kasıtlı batırıldığı yolunda; tabii ki sigorta parası için. Ama buzdağının nasıl gemiye çarptırıldığının cevabı yok, yanlız ilginç iddialar ortaya atılıyor. Titanik´in Kuzey Atlantik´in derinliklerinde yattığını hepimiz biliyoruz. Buzdağı, gemiye sancak tarafından çarpmış ve çelik levhaları yarmıştı. Ünlü tiyatrocu Thomas Andrews gemi batarken ön tarafta bulunan beş su geçirmez kamaranın birisindeydi. Çarpmanın hemen ardından kamaralara buzlu deniz suyu dolmaya başladı. Aslında kamaraların sadece birisi delinmişti ama su kolayca diğerlerine de geçti, Andrews olayın tanığıydı yani su geçirmez denilen kamaralar su geçiriyordu. Aynı şey su geçirmez denilen alt bölümlerde de oldu ve Titanik bu yüzden kolayca battı. Jack Thayer, Titanik´in batmadan evvel su yüzeyindeyken iki bölündüğüne inanıyor ve anlatıyondu ama çok kişiye göre kaza böyle olmamıştı fakat 1985´de



Dr. Robert D. Ballard, Titanik´i okyanusun dibinde iki parça olarak buldu. Ballard ve ekibi Titanik´in pruvasından kırıldığını belirledi çünkü yara alınca gerilime dayanamamış ve denizden evvel içeri dolan sert havanın basıncıyla ikiye bölünmüştü. Bugün iki parça birbirlerinden yarım kilometre uzaklıkta ayrı yönlerde duruyor.







Titanik´in batış nedeni söylenceleri az değildir;

* Titanik, kardeşi Olympic´le beraber sigortalanıp, ikisi de kasıtlı mı batırıldı?

* Mürettebat ve Kaptan Smith sarhoş muydular?

* Gemi subayı Murdoch, neden kendini öldürdü?

* Kaptan Smith´in de intihar ettiği, telsizle gerçekten bildirilmiş miydi?

* Niçin görevliler dürbünle çevreyi gözlemediler? Oysa bu yapılsaydı, buzdağı çok önceden görülebilirdi.

* Titanik buzdağını son anda görüp dönmeye çalışırken, önce kıçından sonra da önünden iki defa mı yara aldı.

* Su geçirmez bölmeler neden açıktı?

* Söylendiği gibi Californian adlı gemi veya bilinmeyen bir diğer gemi, Titanik´i batarken görmesine rağmen yardıma gelmedi mi? Kurtulanlardan birçok kişi, bir geminin ışıklarını gördüklerine dair yeminler ediyorlardı.

Bunları biliyor musunuz?

* Biliyor muydunuz... Bazı yolcuların köpekleri güvertede bulunan köpek kulübelerindeydi. Bunlardan birisinin değeri 750 £´du ve 1912 yılında bu miktar çok büyük bir paraydı. Bugünkü değeri 300.000 £ olarak hesaplanıyor.

* Biliyor muydunuz... İkinci Dünya Savaşı sırasında, adı "Titanic" olan bir propaganda filmi yapıldı. Gemide gizli olarak bulunan bir Alman subayının hikayesiydi.

* Biliyor muydunuz... Yolcuların bazıları, gemi batmadan biraz evvel, jimnastikhanede bisiklete biniyorlardı.

* Biliyor muydunuz... Titanik´in birinci sınıf kamaralarının ve dinlenme salonunun bazı pencereleri ve kepenkleri, İngiltere Alnwick´de bulunan White Swan Oteli´nden alınmıştı.

* Biliyor muydunuz... Titanik´den kurtulan gemi subaylarının ve mürettebatın hiçbirisi yaşamlarının kalanında mesleklerini sürdürmelerine rağmen asla kaptan olamadılar.

* Biliyor muydunuz... Titanik, Southampton´dan ayrıldıktan hemen sonra kömür depolarında yangın çıkmış ve söndürülmüştü.

* Biliyor muydunuz... Kurtulanlardan birisi olan gemi subayı Murdoch, gemi batmadan evvel intihar etti, aslında elindeki tabancayla kalabalığın filikalara hücüm etmelerini engellemekle görevliydi.

* Biliyor muydunuz... Gemi batmaya başladıktan sonra uzaklaşan ilk cankurtaran filikasında sadece 28 kişi vardı, oysa filika 64 kişilikti.

* Biliyor muydunuz... Titanik limandan ayrılmadan evvel demirlerini alırken, çıpaların birisi yakınındaki bir geminin iplerine takıldı ve neredeyse onu batırıyordu ve geminin adı Titanik´in asla göremeyeceği limanın adıydı; "New York"





* Biliyor muydunuz... Faciadan hemen sonra, New York´da bir söylenti yayıldı; Titanik´in batış nedeni bulunmuştu çünkü kargonun konulduğu yerin gizli bir bölmesinde demir kafesli bir sandığın içinde bir lahit vardı. Lahit ve içindeki Mısır kralının mumyası, ABD´de gizlice satılmak üzere eski eser kaçakçıları tarafından gemiye yüklenmişti. Mısır inançlarına göre bu hırsızlık, tanrılara karşı bir hakaretti ve Anubis´in kudreti buna izin vermezdi. Tanrılar Titanik´i batırdı ve mumya denizin dibini boyladı. Belki... İki yıl sonra, söylenti yine başladı ama bu kez farklıydı; mumya batmadan evvel kaçırılmıştı yani gemide bulunan kaçakçılar veya kaçakçı gemicilere rüşvet vererek, mumyayı ambardan çıkarttırmış ve bir filikaya yükletmişti. Ve şirketin subaylarından birisi bu öyküyü onaylıyordu. Sonra kaçakçı rüşvet vermeye devam ederek, mumyayı Carpathia gemisine yüklemeyi de başararak, New York´a getirdi. Ama şansı orada sona erdi, satış yapılamadı, kimse mumyayı almıyordu. Kaçakçılar mumyayı geri götürmeye karar vererek, bu kez Empress Of Ireland adlı gemiye yüklediler ve Empress Of Ireland´da battı ama mumya yine kurtarıldı ve Ameriya´ya geri döndü. Sonuncu kez yine bir gemiye yüklenerek, yola çıkarıldı ama kader kararından dönmüyordu. Üçüncü gemi de torpillenerek batırıldı. Geminin adı Lusitania´idi. Kimliği bilinmeyen gizemli firavun sonunda huzura kavuşmuştu.

* Biliyor muydunuz... Titanik mitleri neredeyse sonsuzdur. Örneğin Kaptan Smith´in bir bebeği kurtararak, bir filikaya kadar yüzerek götürdüğü ve sonra yine yüzerek geriye döndüğü ve gemiyle beraber battığı anlatılır. Weekly World News gazetesine göre olay gerçektir. Titanik´de bulunan altınların ve mücevherlerin miktarı bilinmiyor zaten kargo kesin olarak belgelenmemişti; ama gemide kesin olarak bulunan Ömer Hayyam´ın el yazması mücevher işli "Rubaiyat"ı büyük kayıptı. Kargo listesinde, bir de yeni Renault otomobil vardı,

Kim uğursuzdu?






İki gazeteci olan John Eaton ve Charles Haas´a göre, mumyanın kaderini paylaşan gerçek birisinden söz ediyorlar; adı Frank "Lucky-şanslı" Tower. Tower, belki de gezegenin en uğursuz denizcisiydi. İlk önce Titanik´de ateşçiydi, kazadan yüzerek kurtulmuş ve ölümü atlatmıştı sonra o da Empress of Ireland´ın mürettebatına katıldı ve o da battı, Tower bu kez çok zor kurtulmuştu. En son işini bulduğunda mutluydu ama bu uzun sürmedi, Lusitania´da iş bulmuştu, gemi ayaklarının altında sulara gömülürken Tower haykırıyordu; "Şimdi zamanı geldi mi?" Bu öykü iki gazeteci tarafından anlatılmasına ve Ripley´in ünlü "İster inan, ister inanma" külliyatında yer almasına rağmen, tarihçiler tarafından onaylanmadı; tarihçiler üç geminin mürettebat listesinde bu isimde birisinin bulunmadığını söylüyorlardı. Ripley ise, gemicinin adının farklı olduğunu söylerek, işin içinden sıyrıldı; peki üç gemide de aynı isimli biri var mıydı? Evet, bir değil, birkaç kişi vardı ama bunların aynı kişiler olup olmadığı asla anlaşılamadı. Fakat bunlardan birisinin öyküsü kesin gerçekti; Aslında Titanik´in kamarotlardan Violet Jessup, White Star Gemi Şirketi´nin gerçekten de lanetli kişisidir. Genç kadın, önce şirketin Olympic gemisindeydi, geminin Hawke şilebiyle çarpışıp batmasından kurtuldu, sonra Titanik´de de hemşire asistanı olarak görevlendirildi ve yine kurtuldu. Violet, Şirketin üçüncü gemisi olan Britannic´de görevini yaparken son yolculuğuna çıkmıştı. Violet´in kaderi White Star Şirketi´nin gemileriyle aynıydı.

Yüzyıl yaşayanlar kımler nasıl yaşadı

Yüzyıllıkların Sırrı

Ortalama insan yaşamı dünya genelinde 60´larda son buluyor. Ama bunu aşanların sayısı hiç de az değil. İşte size bir araştırma; Ama asıl ilginç olan, yüzyılı aşan bu insanların hiçbirisinin ortak bir yönü olmaması. Aralarında sigara tiryakileri ve içki içenler var, hiç sebze yemeyip sürekli et yiyenler de veya hiç sigara, içki kullanmayanlar... Kısacası uzun yaşamın genel bir formülü yok, kişilere göre değişiyor. Galiba gizem, insanın kendisini iyi tanımasında saklı...

Kayıtlara göre, en u­zun ö­mü­rlü insan, Ja­pon çift­çi Shi­gec­hi­yo Izu­mi´dur. Izumi, 120 yıl ve 237 gün ya­şa­dık­tan son­ra 1986’da öl­dü. Sigara düşmanlarına inat, 116 ya­şına kadar si­ga­ra içmeye devam etti, son dört yılında sigarayı bıraktı a­ma her­gün şe­ker ka­mı­şı li­kö­rü (shos­hu) iç­me­ye de­vam et­ti. A­şa­ğı­da 111+yaş ve üs­tün­de o­lan­la­rın lis­te­si var. Kay­ıtlara resmen geç­me­miş a­ma I­zu­mi’den da­ha faz­la ya­şa­mış 24 ki­şi­yi i­çe­ren 66 ki­şi var­dır. For­te­an Ti­mes der­gi­sin­de 111 i­le 139 yaş a­ra­sın­da 37 ki­şi­nin de bir lis­te­si bu­lu­nu­yor. A­ma bu ki­şi­ler, lis­te­de yer ol­ma­dı­ğı i­çin ya­zıl­madı­lar. Ay­rı­ca mantıksız ve kanıtsız bul­unan bir­çok bel­ge ve ki­şi­ listeye alınmadı.

Gö­rü­nü­şe gö­re, çok ya­şa­mak i­çin öne sürülen ö­ne­ri­le­rin ba­şın­da az ye­mek yemek ve he­ye­can­lan­ma­mak geliyor. Gerilimli, maceracı ve he­ye­can­lı bir ya­şam, si­zi vak­tin­den ön­ce me­za­ra so­ka­bi­lir. Hay­van­lar ü­ze­rin­de ya­pı­lan a­raş­tır­ma­lar gös­ter­miş­tir ki, u­zun ya­şa­ma­nın en i­yi yo­lu, a­lı­nan ka­lo­ri mik­ta­rı­nı dü­şür­mek­tir. Ö­nem­li o­lan yağ­lar ve kar­bon­hid­rat­lar de­ğildir. A­nah­tar, dü­şük pro­te­inle beraber, ye­ter­li mi­ne­ral ve vi­ta­mini al­maktır. Yüz ya­şın ü­ze­ri­ne çık­mış in­san­la­rın çok bu­lun­du­ğu top­lum­lar­da­ki in­san­la­rın da­ha u­fak te­fek ol­duk­la­rı ve ba­tı­lı şiş­man­lar­dan % 40 da­ha az ka­lo­ri al­dık­la­rı be­lir­len­miş­tir. Ta­bi­i ki her za­man is­tis­na­lar var­dır. Me­se­la A­me­ri­kalı bir hur­da­cı o­lan Ric­hard Le­wis, 105 ya­şı­na ka­dar ya­şa­mış­tır. Ay­da 7 kg. şe­ker (haf­ta­da 1.75 kg.), haf­ta­da bir dü­zi­ne yu­mur­ta, her­gün bir ya­ da i­ki şi­şe Thun­der­bird şa­ra­bı, ya­ğa ba­tı­rıl­mış kı­zar­mış do­muz tü­ke­tir­di. Haf­ta­da bir a­i­le bo­yu kı­zar­mış ta­vuk yer­di ve gün­de on gün si­ga­ra i­çer­di. Lewis özel bir örnektir, zira tüm bilinen ve kanıtlanmış blimsel sonuçları yıkmıştır.

Bel­li bir coğrafi yük­sek­lik­te bulunan yer­le­şim mer­kez­le­rin­de yaşayanların ö­mrü da­ha u­zun­dur. Bu gi­bi yer­le­şim mer­kez­le­rin­de kentsel ya­şa­m biçimi ve yük­sek ka­lo­ri­li yi­ye­cek­ler yok­tur. Bu böl­ge­le­rin içinde, Hin­di­kuş Vadisi, Taş­kent ve civarı, Çin’in Gu­an­gi bölgesi ile Ek­va­tor’un Vil­ca­bam­ba va­di­si yer alırlar. Bu­ra­da ya­şa­yan­lar a­cı bir pirinç şa­ra­bı i­çer­ler. Bu şa­rap ker­ten­ke­le, yı­lan, kö­pek, ge­yik pe­ni­sin­den ve 40 ka­dar ba­ha­ratlı bit­ki­nin karışımından yapılır. Yüz ya­şın­dan faz­la ya­şa­yan­la­ra daima bu­nun sır­rı so­ru­lur. Ce­vap­la­r ge­nel­de şa­şır­tı­cı­dır, 112 ya­şın­da­ bir kadın olan Di­vi Bas­to­lu­mas Bar­ba­dos’ta­ki Fon­tabel­le pi­la­jın­da­ki şez­lon­gun­da yatarken kendisiyle yapılan rö­pör­taj­da u­zun ya­şa­mı­nı bi­raz seks, bi­raz gü­neş, bi­raz iç­ki, tem­bel­lik ve ço­cuk­suz­lu­ğa bağ­lı­yordu. İngiltere, Not­ting­hams­hi­re, A­vers­ham ken­tin­de ya­şa­yan 102 ya­şın­da­ki Henry Go­vi­e­r I. Dün­ya Sa­va­şı’nda gazla ze­hir­le­nince, hu­zur i­çin­de öl­me­si i­çin e­vi­ne gön­de­ril­miş­ti. Fa­kat Go­vi­e­r ölmedi ve 1992’de 102. do­ğum­ gü­nü­nü kut­la­dı, sağ­lık­lı bir kal­be sa­hip ol­ma­sı­nın ne­de­ni­ni viskiye ve çu­ku­la­ta­ya bağ­lı­yor. Ben­zer u­zun ya­şam biçimleri, 105 ya­şın­da­ki Pol­la Van­der­pump, 101 ya­şın­da­ki Rho­da Rens­haw ve 109 ya­şın­da­ki Et­hel Tuch ta­ra­fın­dan da anlatıldı. 107 ya­şın­da­ki Lo­u­i­sa Wright i­se sağ­lık­lı bir ya­şa­mı hep ken­di yo­lun­da git­me­si­ne bağ­lı­yor­du. 103 ya­şın­da­ki pi­ya­nis­t Ge­or­ge Lunn u­zun ya­şa­mı­nı süt la­pa­sı­na bağ­lı­yor. Lucy Pams­ley (105) ve Etty He­a­ton (107)’da süt la­pa­sı­nın ke­ra­me­ti­ni sa­vu­nuyorlar. Bir ka­sa­bın kı­zı o­lan 100 ya­şın­da­ki Ro­se Tro­a­ke i­se den­ge­li bir bes­len­me­yi ve so­sis­ler­den u­zak dur­ma­yı ö­ne­ri­yor. Fa­kat bilinen en ilginç ce­vap 114 ya­şın­da­ki A­u­gus­ta Holtz’a a­ittir. U­zun ya­şa­ma­nın sır­rı so­rul­du­ğun­da Zen Budizm´e uygun bir ce­vap ver­miş: “Sadece do­ğum­ gü­nü kut­la­mak.” Yaş­lı­la­rı araştıan 45 yaşındaki Pa­ul Si­e­ve­king, FT 111+Ya­şam Lis­te­si´ni hazırladı; işte bazı örnekler;

M’ba­rek Rhı­o­u­ı (Yaş: 147?); Fas, Az­ro­u ken­tin­de­ki e­vin­de Ma­yıs 1991’de öl­dü. 12 kez ev­len­di ve ge­ri­de 80 nin ü­ze­rin­de ço­cuk bı­rak­tı. Fa­kat ger­çek ya­şı bi­lin­mi­yor. 30 yaş­la­rın­day­ken 1874’de Sul­tan Mo­u­ley Has­san’ın or­du­sun­da bir su­bay­dı.

Ab­dül Müen At­tiya Kafi (145); 1842’de doğ­du ve 14 Ağus­tos 1988 yı­lın­da Su­u­di A­ra­bis­tan’ın T­aif ken­tin­de öl­dü. Kral Ab­dul A­ziz’e hiz­met et­ti.

Dje­da­la Go­u­as (144); Ce­za­yir’in en yaş­lı ka­dı­nıy­dı ve E­kim 1988’de öl­dü. Hiç­bir za­man dok­to­ra git­me­di, daima şi­fa­lı bit­ki sa­tan ki­şi­le­re da­nış­tı. 108 ya­şın­da­ki oğ­lu ve 98 ya­şın­da­ki kı­zın­dan da­ha çok ya­şa­dı.

Bar­ba­ra Ya­sa­ite (135+); Rusya´daki kayıtlara göre, 15 Tem­muz 1855’te doğ­du. Lit­van­ya’nın Ra­mosh­ki­u ka­sa­ba­sın­da bir ter­ziy­di. 125 ya­şın­da ba­ca­ğı kı­rı­la­na ka­dar hiç dok­to­ra git­me­di. Al­kol, kah­ve ve­ya çay hiç iç­me­di. U­zun ö­mür­lü­lü­ğü­ne rağ­men hiç­bir er­kekle beraber olma­dı. “Er­kek­ler po­li­ti­ka ve sa­vaş ya­par­lar, bu nedenle bi­ri­nin bi­le ha­ya­tı­ma gir­me­si­ni dü­şün­me­dim” de­miş­ti.

Gong La­ifa (132+); Mart 1862’de doğ­du ve Çin’in Gu­iz­ho­u e­ya­le­tin­de Ni­san 1994’e ka­dar ya­şa­dı. Gong La­i­fa, pi­rinç tar­la­sın­da gün­de 11 sa­at ça­lı­şı­yor­du. U­zun öm­rü­nü te­miz ya­şa­ma, sı­kı ça­lış­ma­ya, ve be­kar ol­ma­sı­na bağ­lı­yor­du. Xinhua Haber Ajansı; “Yüz­yıl­lar­ca sü­ren ru­tin ya­şam u­zun ö­mür i­çin bir a­nah­tar o­la­bi­lir” di­ye­rek bu­nu a­çık­la­ma­ya ça­lı­şı­yor. Gong hiç­bir za­man al­kol veya­ ilaç al­madı. Her­ gün i­ki ö­ğün mı­sır ve pi­rinç yiyordu. Res­mi bir ra­por­da (AFP 18 Ni­san 1994) 146. do­ğum­ gü­nü­nü kut­la­mış o­la­bi­le­ce­ği ya­zı­yor.

Mev­lud Dawl­tad­ze (131+); Gürcistan´da Go­re­kety ken­tin­de­ki e­vin­de A­ğus­tos 1988’de do­ğum­ gü­nü­nü kut­la­dı.

Bush­ta­ı Bre­ze­ni­an (138); 1991’de Ba­ğım­sız Kaf­kas Çe­çen Cum­hu­ri­ye­ti’nde 130 ya­şın­da­ki eş­cin­sel sev­gi­li­si Gi­or­gi Sal­mes­si yüzünden ü­ne ka­vuş­tu. Eş­cin­sel çift, 1881’de bir­bir­le­ri­ne a­şık ol­du­lar ve bir­lik­te­lik­le­ri­nin 110. yıl­dö­nü­mü­nü İn­san Hak­la­rı gös­te­ri­ci­le­riy­le kut­la­ma­ya ka­rar ver­di­ler.

Ka­bilo Kıp­to­o (130); Ni­jer­ya’nın Ka­ra­ri­a ken­tin­de ya­şayan bir ka­dın­dı. Ha­zi­ran 1987’de öldü zannedilerek, ta­bu­tu me­za­ra in­di­ri­lir­ken ta­but­tan kalk­mış­tır ama sonra gerçekten öldü.

O­u­ma Pammy Ma­nu­e­i (126+); “Af­ri­ka´nın A­na­sı” a­dıy­la ta­nı­nan bu ka­dın, 1991 Ma­yı­sın­da do­ğum­ gü­nü­nü yıl­lar­ca e­be­lik yap­tı­ğı Jo­han­nes­burg, Newc­la­re’de kut­la­dı. Ha­tır­la­dı­ğı ka­da­rıy­la Jo­han­nes­burg, ilk gördüğünde bir­kaç ku­lü­be­den i­ba­ret­ti. Hiç has­ta­ne­ye git­me­di ve ilaç kul­lan­ma­dı ve 11 ço­cu­ğu­nun bi­ri dı­şın­da hep­sin­den faz­la ya­şa­dı.

Jack­son Pol­lard (123+); O­cak 1990’da ABD, Ge­or­gia’da Mil­led­ge­vil­le ken­tin­de Cen­tral Sta­te Has­ta­ne­si’nin hu­zur e­vin­de ya­şı­yor­du. Bu­ra­ya 17 yıl ön­ce ge­ti­ril­miş­ti. Sos­yal Gü­ven­lik Ba­kan­lı­ğı, Jack­son’un do­ğum­gü­nü­nü 15 A­ra­lık 1869 o­la­rak be­lir­le­miş­ti. A­ma yaş­lı a­dam 1886’nın ye­ni yı­lın­da doğ­du­ğu­nu söy­lü­yor­du. 13 ki­şi­lik bir a­i­le­nin ü­ye­siy­di. Ge­or­gi­a ya­kın­la­rın­da Haw­kins­vil­le ka­sa­ba­sın­da bir çift­lik­te doğ­muş­tu. Bu dö­nem­ler­de be­yaz top­rak sa­hip­le­ri­nin ya­nın­da­ki si­yah kö­le­ler, iş­çi o­la­rak kay­de­di­lir­ler­di. O i­se ya­şa­mı­nın bü­yük bir bö­lü­mü­nü tren yol­la­rı i­çin ça­lı­şa­rak ge­çir­miş­ti. İs­pan­yol-A­me­ri­kan Sa­va­şı’nda ve 1. Dün­ya Sa­va­şı’nda or­du­day­dı. Sonra İn­gil­te­re´ye ve Al­man­ya’ya geç­ti. Or­du­da ça­lış­tı­ğı­na da­ir hiç­bir bel­ge bu­lu­na­ma­dı ama o dö­ne­me a­it bel­ge­le­rin bu­lun­du­ğu bi­na­lar yan­mış­tı. Ö­ne­ri­le­ri şun­lardı: “Al­kol­den u­zak du­run. İ­yi seb­ze­leri yi­yin, as­la a­ma as­la sıs­ka bir ka­dın­la ev­len­me­yin, ka­li­te­li bir pi­po i­çin ve Tan­rı’ya gü­ve­nin.” De­di­ği­ne gö­re, 117 yıl­dır si­ga­ra i­çi­yor­du fakat sigarasını hiç değiştirmedi. Sa­de­ce Prens Al­bert tü­tü­nü kullanıyordu.

Ba­wa Da­o­u­da (126), Ba­tı Af­ri­ka’nın Ni­jer­ya ken­tin­de Ba­ga­gi kö­yün­de ya­şa­dı­ğı ve o­ra­la­rın en yaş­lı bü­yü­cü dok­to­ru ol­du­ğu ve O­cak 1994’te öl­dü­ğü söy­le­ni­yor. 1868’de doğ­muş­tu. Şa­hit­ler öl­me­den ön­ce tüm diş­le­ri­nin tam ol­du­ğu­nu söy­le­di­ler. Ge­ri­de i­ki ka­dın 17 ço­cuk bı­rak­tı. Son çocuğu, Da­o­u­da 115 ya­şın­day­ken doğ­muş­tu. Söy­le­ne­nlere gö­re, bü­yü gü­cü var­dı ve ba­kış­la­rıy­la hal­kı bir an­da et­ki­li­yor­du. İnançlara göre Ba­wa, yağ­mur yağdırıcı ve “Şey­tani güç­le­r”in e­fen­di­siy­di. Kuş­la­rı ve bö­cek­le­ri, düş­man­la­rı­nın mah­sül­le­ri­ni ha­rap et­me­le­ri i­çin kul­la­ndına inanılıyordu.Müs­lü­man­la­ra karşıydı. Yöredeki E­mir’in mes­ci­ti­ni zi­ya­ret et­ti­ğin­de O’nun “Tan­rı’nın E­vi”nden zi­ya­de kü­çük bir sı­ğı­nak ol­du­ğu­nu söy­ledi. Fa­kat bu sı­ğı­nak­ta tek bir in­sa­nın bi­le ol­ma­dı­ğı­nı ek­li­yor­du.

Je­an­ne Lo­u­ise Cal­ment (119+; 21 Şu­bat 1875’te Fran­sa’da Ar­les’de doğ­du ve 1994 A­ğus­to­sun­da ay­nı yer­de öl­dü. Dok­to­ru Je­an­ne’nin bu u­zun ya­şa­mı­nı o­nun mi­za­cı­na bağ­lı­yor. Je­an­ne ar­ka­daş­la­rı­na “gü­le­rek ö­le­ce­ğim­den e­mi­nim, her­ke­se me­sa­jım şöy­le; U­zun ya­şa­mak is­ti­yor­sa­nız gül­me­yi bi­lin.”di­ye diyor­du. Je­an­ne 110 ya­şı­nda bi­sik­lete biniyordu ve bir gün­de iç­ti­ği i­ki si­ga­ra­yı 117 ya­şın­da bı­rak­tı. Dok­to­ru “...baş­ka in­san­la­ra muh­taç o­la­ca­ğı i­çin kor­ku­yor”di­yordu. Je­an­ne yat­ma­dan ön­ce ak­şa­müs­tleri ha­la çi­ko­la­ta yi­yordu. 1889’da 14 ya­şın­day­ken ba­ba­sı­nın dük­ka­nın­dan tu­val­ al­ma­ya gel­en Vin­cent Van Gogh ile kar­şı­laş­mış­tı. Je­an­ne on­dan pek faz­la et­ki­len­me­miş­ti, çok çir­kin, se­vim­siz, ka­ba ve sağ­lık­sız bul­muş­tu. “On­dan ö­zür di­le­rim a­ma o­nu Din­go di­ye ça­ğı­rır­dık.” di­yordu. Van Gogh Je­an­ne’nin ya­şa­dı­ğı ka­sa­ba­da al­ko­lik, ku­mar­baz ve si­nir­li bi­ri o­la­rak bi­li­ni­yor­du. Je­an­ne, 1896’da ev­len­di ve bir kı­zı ol­du. A­ma kı­zı 60 yıl ön­ce yani 36 ya­şın­da öl­dü.

Kong Ying (123); Çin’in en yaş­lı ka­dı­nı o­la­rak bi­li­niyordu, 16 Tem­muz 1994’de Gu­ang­dong’da an­fi­zemi­den öl­dü. 1871’de doğ­muştu, 15 ya­şın­da ev­len­di ve dört ço­cu­ğu ol­du. 1993’te 75 ya­şın­da­ki oğ­lu o­nun u­zun ya­şa­mı­nın sır­rı­nı a­çık­la­dı. O­na gö­re bu sır fi­zik­sel ça­lış­may­dı. Tar­la sür­mek, o­dun kes­mek, bam­bu top­la­mak o­nu güç­len­dir­miş­ti.

İl­yas Ja­fa­row (122) ve ka­rı­sı Khatyn (118); 103. ev­li­lik yıl­dö­nüm­le­ri­ni 1988’de Kafkasya´da Yans­hak ka­sa­ba­sın­da kut­la­dı­lar. Tass Ha­ber A­jan­sı´­na gö­re 1 E­kim 1885’te ev­len­miş­ler­di ve yak­la­şık 200 to­run­la­rı var­dı.

Jo­van­ka Va­sil­ye­viç (120); A­ra­lık 1977’de Yu­gos­lav Yaş­lı­lar Ör­gü­tü´­nün o­nur ko­nu­ğu ol­du­ğun­da ye­ni diş­le­ri­nin çık­tı­ğı sap­tan­dı.

An­to­nio Por­ta­le (119) ve ka­rı­sı Se­li­na (116); 102 yıl­dır ev­li ol­duk­la­rı­nı ve ha­la do­yu­ru­cu bir cin­sel ya­şan­tı­la­rı ol­du­ğu­nu söy­lüyorlardı. 11 ço­cuk­la­rı, 49 to­run­la­rı, 97 to­run ço­cuk­la­rı ve 112 to­run ço­cuk­la­rı­nın ço­cuk­la­rı var­dı. An­to­ni­o rö­pör­ta­jın­da şöy­le di­yordu: “U­zun ya­şa­mın sır­rı her­ ge­ce se­vi­şe­cek i­yi bir ka­rı­nızın ol­ma­sı­dır.”

Mus­ha A­pı­zı(118+); Çin’in gü­ney Xin­ji­ang e­ya­le­tin­de 1988 A­ğus­to­sun­da 118 ya­şı­na gi­ren bir müs­lü­man­dı, ve ­i­ki ye­ni di­şi çık­mış­tı. Ay­nı dö­nem­de Çin’de 115 i­le 129 yaş­la­rı a­ra­sın­da 15 ki­şi ol­du­ğu söy­le­ni­yordu. Ay­rı­ca Çin’li­le­rin do­ğum­la­rı he­men a­i­le a­ğa­cı­na iş­len­di­ği için bu ko­nu­da sah­te­kar­lık mümkün değil. Üs­te­lik o­ya­la­na­rak ge­çi­ril­miş se­ne­ler kut­sal a­ta­la­ra ya­pıl­mış bi­rer ha­ka­ret sa­yı­lı­yor.

Nya­ka­to­lo Tchis­sen­go (118); An­go­la’nın Lu­va­les ka­bi­le­si­nin kra­li­çe­siy­di ve Por­te­kizli­ler­le ya­pı­lan sa­vaş­ta bü­yük bir ün ka­zan­mış­tı. Tem­muz 1992’de ö­lün­ce­ye ka­dar u­lus­la­ra­ra­sı i­liş­ki­ler­de Baş­kan Jo­se E­du­ar­do dos San­tos’a da­nış­manıydı.

Em­ma Tho­mas (117 yıl, 67 gün); 20 A­ğus­tos 1871’de Mary­land’da Em­ma Bro­ad­wa­ter o­la­rak doğ­du (do­ğum ser­ti­fi­ka­sı bu­lu­na­ma­dı). Mary­land’da 4 Ka­sım 1988’de öl­dü. İ­ki kez ev­len­di, 12 ço­cu­ğu ol­du. Ya­şa­yan 81 to­ru­nu ve 3 ta­ne to­run ço­cu­ğu vardı.

Wal­ter Noth­way (117); Do­ğu A­las­ka’da At­ha­bas­can yer­li­le­ri­nin li­de­riy­di. 21 Ka­sım 1993’te Ka­na­da sı­nı­rı­na ya­kın bir ka­sa­ba­da öl­dü. 92 ya­şın­da bir ka­rı­sı ve 100’e ya­kın ak­ra­ba­sı vardı.

Ta­ar­da Te­rı­iha­re­te­i (116 yıl, 180 gün); Ta­hi­ti’ye 125 mil ya­kın­lar­da­ki Po­le­nez a­da­sın­da ya­şa­dı ve O­cak 1990’da öl­dü. Ya­şı a­da­da­ki­ler ta­ra­fın­dan say­gı gö­rü­yor­du çün­kü 1890 o­lay­la­rı hak­kın­da geniş bil­gi­si var­dı.

Zo­a­bi (116); Gali­le­e ken­tin­de ya­şa­yan İs­ra­il­li bir a­dam­dı. 3 de­ği­şik ka­rı­sın­dan ol­ma ço­cuk­la­rın­dan 139 to­ru­nu vardı. 1994’te 85 ya­şın­da­ki bir ka­dın­la ev­len­di. U­zun ya­şa­mı­nın sır­rı­nı şöy­le a­çık­lı­yordu; "Her­gün bir bar­dak e­ri­til­miş mar­ga­rin ve bir bar­dak zey­tin­ya­ğı içerim. Hiç­bir za­man si­ga­ra iç­me­dim ve sa­de­ce bir kez has­ta­ne­ye yat­tım."

Car­rı­e White (116 yıl, 88 gün); 18 Ka­sım 1874’te Car­rie Joy­ner o­la­rak doğ­muştu ve 14 Şu­bat 1991’de Flo­ri­da Po­lat­ka’da öl­müş­tür. Car­ri­e bir pi­a­no ho­ca­sıy­dı ve bir de­mir­ci o­lan John Whi­te i­le ev­len­di. 1909’da 35. do­ğum­ gü­nü­nün bir gün son­ra­sın­da ko­ca­sı o­nu psi­koz ti­fo has­ta­lı­ğın­dan do­la­yı Flo­ri­da Sta­te Has­ta­ne­si­ne ya­tır­dı. Hastalık bilinç kaybına neden ol­du ve yak­la­şık i­ki haf­ta sür­dü. Fa­kat Car­ri­e Whi­te 75 yıl bo­yun­ca has­ta­ne­de kal­dı. Da­ha son­ra 1986’da Po­lat­ka’da­ki Put­man ba­kı­me­vi­ne nak­le­dil­di. 1988’de Gu­in­nes Re­kor­lar Ki­ta­bı o­nu dün­ya­nın en yaş­lı in­sa­nı o­la­rak i­lan et­ti.

Char­lot­te Hug­hes (115 yıl, 229 gün); 1 A­ğus­tos 1877’de doğ­du ve Cle­ve­land, Red­car’da­ki St Da­vis Ba­kı­me­vi’nde 17 Mart 1993’de öl­dü. 13 ya­şın­da öğ­ret­men ol­du ve e­mek­li ol­duk­tan 50 yıl son­ra ev­len­di. Ko­ca­sı 103 ya­şı­na ka­dar ya­şa­dı. Char­lot­te 115. do­ğum­gü­nü­nü yu­mur­ta, kon­yak ve so­ğuk et­li bir kah­val­tıy­la kut­la­dı. U­zun ya­şa­mı­nı i­yi bes­len­me­ye, dü­rüst bir ya­şan­tı­ya ve 10 Kut­sal E­mi­r´e uy­ma­sı­na bağ­lı­yordu.

Prom Ka­e­we­ro­rarm (115); Bang­kok’ludur, hala yaşıyor. 1993´de 106 ya­şın­dayken 3. e­şi olan Ba­i Oh­nok’la ev­len­me­yi plan­lı­yor­du. Yaş­lı­lar i­çin ya­pı­lan bir sağ­lık kon­fe­ran­sın­da ta­nış­mış­lar­dı. U­zun ya­şam i­çin tav­si­ye­le­ri şun­lar: İç­ki, si­ga­ra yok. Her­gün bi­raz ba­lık ve mey­ve ye­mek ge­re­kir. Ay­rı­ca her­gün 5 ta­ne i­yi piş­miş bi­ber ye­mek in­sa­nı zin­de tu­tar.

Art­hur Lang (115 yıl, 96 gün); O­hi­o’nun Van Wert şeh­rin­de 4 Ma­yıs 1877’de doğ­du. Bok­sör ve i­şa­da­mıy­dı. Do­ğal neden­ler­den do­la­yı 8 A­ğus­tos 1992’de Chi­ca­go’da öl­dü. Sü­rü­cü eh­li­ye­tin­de do­ğu­mu 4 Ma­yıs 1893 o­la­rak yazıyordu. Fa­kat de­di­ği­ne gö­re ya­şı­nı kü­çül­tüp 19 ya­şın­da bir kız­la ev­len­mek i­çin 1916’ya ka­dar ger­çek ya­şı­nı sak­la­mış ve kı­zın ak­ra­ba­la­rın­dan kork­tu­ğu için 38 ya­şın­da ol­du­ğu­nu an­cak ev­len­dik­ten son­ra a­çık­la­mıştı.

Mar­ga­ret Ske­e­te (115); Vir­gi­ni­a’nın Rad­ford ken­tin­de 7 Ma­yıs 1994’de öl­dü. Ö­lü­mün­den üç haf­ta ön­ce ya­ta­lak ol­du. Do­ğu­mu Tek­sas Nü­fus Me­mur­lu­ğu’nca 1880 o­la­rak gös­te­ril­miş­ti. Böy­le­ce nü­fus kaydında iki yaş da­ha bü­yük gö­rü­nü­yor­du. U­zun ya­şa­ma­yı bol şe­ker ye­me­ye bağ­lı­yor­du.

Is­ram So­no­o (144 yıl, 353 gün); 15 E­kim 1874’de doğ­du, 3 E­kim 1989’da Ma­u­ri­tus’da öl­dü. Hep et, ba­lık ve mey­ve yer­di a­ma seb­ze­ye el sür­mez­di.

An­na E­lı­za Wil­liams (114 yıl, 208 gün); An­na Tay­lor o­la­rak 2 Tem­muz 1873’de Wor­ces­ters­hi­re’da doğ­du ve ö­zel hiz­met­çi o­la­rak 27 Ka­sım 1987’de Swan­se­a, Galler’de öl­dü.

Wak­ka Shira­ha­ma (114 yıl, 82 gün); 26 Mart 1878’de Ja­pon­ya’da doğ­du.Tem­muz 1992’de Ja­pon­ya’nın Mi­ya­za­ki ken­tin­de öl­dü.9 ço­cu­ğu var­dı.Ko­ca­sı Shu­ta­ro 1939’da öl­dü.U­zun ya­şa­mı­nı, sa­bah ve ak­şam şe­ker­le bir­lik­te so­ya fa­sul­ye­si çor­ba­sına, pirince ve öğ­len­le­ri­ de bal­lı süt­le mey­ve yeme­si­ne bağ­lı­yordu.

Da­isy A­dams (113 yıl ve 160 gün); 30 Tem­muz 1880’de doğ­du, 8 A­ra­lık 1993’te İngiltere, Derby­shi­re’ın Cres­ley Ki­li­se­si’nde öl­dü. 11 ço­cu­ğun­dan en kü­çü­ğü, Derby­shi­re’da va­iz­lik ya­pı­yor­du. Ko­ca­sı Wil­li­am, I. Dün­ya Sa­va­şı´nın ilk gü­nün­de öl­müş­tü. Ge­ri­de 5 ço­cuk bı­rak­tı. Maz­but bir ya­şam sü­ren ba­sit bir ka­dın­dı.

Et­tı­e May Gre­en (113); ABD, Ba­tı Vir­gi­ni­a’nin Lind­sda­le ken­tin­de 1992’de öl­dü. 9 ço­cu­ğu­nun be­şin­den da­ha faz­la ya­şa­yan 73 yıl­lık bir dul­du. U­zun ya­şa­mı­nı, her­gün milk-­sha­ke iç­me­si­ne, vi­ta­min­le­re ve sa­kin bir ya­şan­tı­ya bağ­lı­yordu.

John E­vans (112 yıl 292 gün); 19 A­ğus­tos 1877’de doğ­du, 10 Tem­muz 1990’da Ba­tı Gla­mor­gan’da ba­ba­sı­nın yap­tı­ğı bir ku­lü­be­de öl­dü. İlk kez 13 ya­şın­day­ken ma­den iş­çi­li­ği­ne baş­la­dı ve 73 ya­şın­da ma­den ku­ru­mun­ca e­mek­li e­dil­di. 95 ya­şı­na ka­dar seb­ze tar­la­sın­da ça­lış­tı. 108 ya­şın­da kalp ci­ha­zı kul­la­nan en yaş­lı in­san o­la­rak bi­li­ni­yor­du. 110 ya­şın­da ilk kez Lon­dra’yı zi­ya­ret et­ti. U­zun ya­şa­mı­nı, mer­di­ven çık­ma­ya, tü­tün, al­kol ve ku­mar­dan u­zak dur­ma­ya, her­gün bir tas ke­pek ve sı­cak suy­la ka­rı­şık bal ye­meye bağ­lı­yordu.

E­van­ge­los Za­be­ta­kis (114); Ka­sım 1992’de Girit’de do­ğum­ gü­nü­nü kut­lar­ken öl­dü. Hiç si­ga­ra iç­me­yen bu o­kul öğ­ret­me­ni u­zun ya­şa­mın sır­rı­nı et­le bir­lik­te bir bar­dak şa­rap iç­me­si­ne bağ­lı­yordu.

Gu­lam Hüs­eyin Fer­dus­si (114); İ­ran’da bir çift­çiy­di. Ka­sım 1993’de Sa­veh böl­ge­sin­de öl­dü. Öl­me­sin­den kı­sa bir sü­re ön­ce­si­ne ka­dar çift­li­ğin­de ça­lış­tı. Her­ za­man yi­ye­cek­le­ri­ni be­lir­li bir prog­ram­la yiyordu. Hiç dok­to­ra git­me­di ve i­laç al­ma­dı. Tüm u­zun ya­şam me­tod­la­rı­nı ai­le­si Ir­na Ha­ber A­jan­sı´­na an­lat­tı.

Glen Post (113); Tem­muz 1987’de ABD, O­hi­o, Co­lom­bus­ta’da bir hu­zu­re­vin­de ka­lı­yor­du. As­lın­da 1869 yı­lın­da doğ­du­ğu­nu id­di­a e­di­yordu. Ünlü soyguncu Jes­si­e Ja­mes i­le ta­nış­tı­ğı­nı ve İs­pan­ya sa­va­şı­na ka­tıl­dı­ğı­nı da id­di­a e­di­yor.

Re­bec­ca He­win­son (112 yıl, 338 gün); Re­bec­ca Rams­da­le o­la­rak 19 E­kim 1881’de doğ­du ve 22 Ey­lül 1994’de doğ­du­ğu yer o­lan Grimsby’de öl­dü. 1905 yı­lın­da ev­len­di ve ko­ca­sı 1920’ler­de öl­dü. U­zun ya­şa­mı­nı, her ­gün bir bar­dak por­to şa­ra­bına ve li­mo­na bağ­lı­yordu.

Ca­ro­line Ma­ud Moc­krid­ge (112 yıl, 330 gün); 11 A­ra­lık 1874’de doğ­du, 6 Ka­sım 1987’de A­vus­tu­ral­ya’nın Ge­e­long ka­sa­ba­sın­da öl­dü. Bir il­ko­kul öğ­ret­me­ni ve a­ma­tör mü­zis­yen­di. 110 ya­şı­na ka­dar hiç si­ga­ra iç­me­di ve al­kol kul­lan­ma­dı. A­ma son­raki iki yıl bo­yun­ca her ­gün bir bar­dak be­yaz is­pan­yol şa­ra­bı iç­ti.

Cal­lie Yo­ung (112 yıl 10 gün); ABD, Ku­zey Ca­ro­li­na, Shelby’de 13 Ey­lül 1876’da doğ­du. O­hi­o Le­ba­non’da 23 Ey­lül 1988’de öl­dü. 1938’de Ci­cin­na­ti’ye yer­leş­me­den ön­ce hiz­met­çi o­la­rak ça­lış­tı. Bir bas­ket­bol fa­na­ti­ğiy­di ve üç gay­ri­meş­ru ço­cu­ğun an­ne­siy­di. De­di­ği­ne gö­re; i­yi bir er­kek ve iç­ki o­nu u­zun ya­şat­mış­tı. 140 ta­ne to­ru­nu ve to­run ço­cu­ğu vardı,

Jo­a­qu­im Ce­sa­ro Da Sil­va (112); Bre­zil­ya, Ba­li­a’da 3 Ara­lık 1877’de doğ­du. No­va Es­pe­ran­ca’da şe­ker ka­mı­şı ve kah­ve iş­çi­si o­la­rak ça­lış­tı. Bir ye­şi­lay­cıy­dı a­ma her ay bilinmeyen bir bit­ki ka­rı­şı­mı i­çer­di. 27 Ey­lül 1989’da 27 ya­şın­da­ki ka­rı­sın­dan bir ço­cu­ğu ol­du. Da­ha ön­ce üç ka­rı­sı ol­muş­tu ve 32 ço­cu­ğu var­dı. En yaş­lı oğ­lu 82 ya­şın­da öl­dü. Ka­sa­ba ha­ki­mi Mar­co­se Sar­gi­o Da­ros be­be­ği kay­det­miş­ti. Jo­a­qu­im’in ya­şı­nı­ da nü­fus ka­yıt­la­rı­na ba­ka­rak def­te­re yaz­mış­tı.

Ro­sia El­lis (112+); 4 A­ğus­tos 1994’de Det­ro­it’te­ki e­vi­ne bir hır­sız gir­di­ği­ni a­çık­la­dı. Ro­si­a hır­sı­zı pon­to­lo­nu­nun a­ğın­dan tu­ta­rak ya­ka­la­dı. Fa­kat o an hır­sız ka­dı­nı ye­re at­tı. Ka­pı kom­şu­su Hal­ti Jo­nes ba­ğı­rış­la­rı du­yun­ca Ro­si­a’nın yar­dı­mı­na koş­tu; hır­sız ya­ka­la­mış­tı.

El­no­ra John­son (111 yıl, 340 gün); 12 E­kim 1882’de Mis­si­si­pi’nin New Al­bany ken­tin­de El­no­ra Corn­well o­la­rak doğ­du ve 17 Ey­lül 1994’de Den­wer’de öl­dü. İç­ki ve si­ga­ra iç­me­di. Yal­nız, ö­zel ya­pıl­mış şe­ker­li çö­rek­ler­den yer­di. A­me­ri­ka’nın en yaş­lı ka­dı­nıy­dı. Do­ğum­ gü­nü dö­kü­man­la­rı her­kes­çe ka­bul e­dil­miş­ti. Ko­ca­sı i­se I.Dün­ya Sa­va­şı’na ka­tıl­dı ve bir da­ha dön­me­di.

Hitler ölmedi

Aranıyor! Ölü veya diri...

Dünyada hiçbir lider onun kadar gizemli değildi. Adolf Hitler´in 1945´de sığınağında kendini gerçekten öldürdüğü hala kanıtlanmış delil aksine ortada çarpıcı ve önemsenecek iddialar var. Ve daha ötesi; savaştan sonra Hitler, dedikleri yapılmazsa, batıyı terörle tehdit etti mi? Ve günümüzdeki özellikle İsrail´e yönelik Arap terörünün ardında, Hitler´in planları ve finansmanı olabilir mi? Glenn B. Infield araştırdı.

1945´de Adolf Hitler´in ölümünden çok, Martin Bormann´ın veya eniştesi General Fegelein´ın ölüp ölmedikleri merak konusuydu. Hitler´in ve yanındakilerin son aylarını geçirdiği Berlin´deki yeraltı sığınağının bulunduğu bölge, Ruslar tarafından işgal edildiği için, İngiliz ve Amerikalı araştırmacılar ancak kısıtlı araştırmalar için izin alabilmişlerdi. Ruslar Hitler´in ve son günlerinde karısı olan Eva Braun´un kömürleşmiş vücutlarını bulduklarını ve dişlerinden kimliklerini saptadıklarını açıkladılar. Fakat, açıklama ve ortaya konan deliller öylesine yetersizdi ve acemiceydi ki, Hitler´in kesin olarak ölmüş olduğu kabul edilemedi. Hatta, Stalin dahi inanmıyordu, ona göre Hitler ölmemiş ve ortadan kaybolmuştu yani yaşıyordu. Ve nihayet, ilk ciddi araştırma izni Binbaşı Trevor-Roper başkanlığındaki bir ekibe verildi. Binbaşı, Karşı Casusluk Savaş Odası ve İngiliz Ren Ordusu adına yetkiliydi. Araştırma, 1945 yılının Eylül-Ekim ayları arasında, İngiliz, Fransız ve ABD işgali altındaki tüm bölgelerde sürdürüldü. Fakat kendi bölgelerinde araştırmaya izin veren Ruslar, Hitler´in intihar ettiğine tanık olduklarını söyleyen tüm sığınak personelini tutuklayıp, Rusya´ya yolladıkları için, en önemli ifadeler alınamamıştı.



"Hitler´in göğsüne saplanan şarapnel..."

Binbaşı´nın raporunda, önemli bir bölüm vardı ama sonraki yıllarda gözden kaçırılacaktı. Müttefikler tarafından sorgulanan tutuklular arasında bulunan Karl Heinz Spaeth adlı bir doktor inanılmaz şeyler söylemişti. Doktor, Adolf Hitler´in 1 Mayıs 1945´de sığınağın dışında yaralanarak öldüğünü iddia ediyor ve intihar etmediğini öne sürüyordu. Doktor, bir Alman paraşüt birliğinin doktoruydu, 1 Mayıs gününde, Hitler Sığınağı ile hayvanat bahçesi arasında kurduğu küçük bir seyyar hastanede çevredeki yaralılara tedavi etmeye çalışıyordu. İfadesini kendi anlatımından okuyalım;

"Saat üç civarıydı, biri gelerek Hitler´in yakında bulunduğunu söyleyince, hemen dışarı fırladım. Benim birliğimin komutanı olan Graf von Raiffenstein ile Teğmen Kurt Uhlik oradaydılar ve yanlarında Führer vardı. Karşı sokakta bulunan bir tank bariyerine doğru gidiyorlardı, birden uyarı sesleri duyuldu ve ardından karşı taraftan ateş açıldı, orada Ruslar vardı. Hitler uyarıyı nedense dinlemedi ve barikada doğru ilerlemeye devam etti, ardından vurularak yere düştü. Çevrede SS askerleri vardı, ateş açarak ilerlediler, bu arada ben de yoğun ateşten korunmak için saklanmıştım, birkaç dakika sonra beni seyyar hastaneme çağırdılar, Hitler oraya taşınmıştı. 10 cm. uzunluğunda, 8-10 mm. enindeki bir şarapnel parçası göğsüne saplanmıştı. Hemen durumu kontrol ettim, yara derindi ve her iki ciğeri de delmişti. Çok az sargı bezim vardı ve yapabileceğim birşey yoktu, yarayı sardım, bu arada Hitler sürekli inliyordu ve bilinci tam değildi. Acısını azaltabilmek için normalin iki katı dozda morfin yaptım ve oturup beklemeye başladık. Yarım saatte bir nabzını ve solunumunu kontrol ediyordum ve 1.5 saat sonra nefes almadığını farkettim. Kalp atışları üç dakika daha devam etti, artık bitmişti, SS şeflerine dönerek Führer´in ölmüş olduğunu bildirdim."

Speath´ın ifadesi buydu; daha sonra SS´lerin Hitler´in cesedini aldıklarını ve 2.5 kg patlayıcı ile havaya uçurup parça parça ettiklerini, ardından Rusların geldiğini ve yaralıları tedavi etmeye devam ettiğini söylüyordu. Araştırma komisyonu yetkilileri ve daha üsttekiler bu anlatımı önemsemediler, ya inanmamışlar veya doktorun yanıldığını düşünmüşlerdi ya da Speath´e göre Adolf Hitler bir kahraman gibi, gerçekten savaşarak ölmüştü ve bu da müttefiklerin işine gelmiyor olabilirdi. Trevor-Roper Raporu´na göre, Dr. Speath´a inanmak zordur, üstelik doktor da bir SS´dir ve belki de Hitler´in kaçtığını gizlemek için bu hikayeyi uyduruyordur. Her iki anlatımda da, yani sığınakta intihar edip, cesedinin yakılması ve yaralanıp öldükten sonra havaya uçurulması öykülerinin ikisinde de ortada kesin sonuç yoktur. Birincisinde, kömürleşmiş bir kalıntı, ikincisinde ise hiçbir şey yoktur. Acaba, Hitler kaçmış daha uygunu kaçırılmış olabilir mi?

İspanya´ya uçuş;

Bir iddiaya göre, SS´lerin son görevi Führer´in imajını korumaktı, bu nedenle herkes ölebilirdi ama Hitler ölmemeliydi. Zamanı gelince, yeni Nazi hareketinin başlatılması için Führer´in varlığı şarttı. Dünya, Adolf Hitler´in ölmediğini bilmeli ve korkmalıydı. Aslında SS´ler başarılı oldular; savaştan sonra uzun yıllar boyunca Nazi avcılarıyla ödül peşinde koşanlar Hitler´i arayıp durdular. 1968´de Sovyetler´in yayınladığı otopsi raporuna rağmen kuşkular giderilemedi. Üstelik bu kadar da değil; zira bir iddia daha var; biraz saçma, biraz da entrika dolu bir iddia; Bir SS subayı, Hitler´in bir Me-109 savaş uçağıyla Berlin´den İspanya´ya uçtuğuna tanık olduğunu iddia ediyordu. Araştırmacılar, bu iddianın mümkün olup olamayacağını ABD Hava Kuvvetleri yetkililerine sordular. Cevap, ne evet ne de hayırdı. Nuremberg mahkemelerinde aynı soru, Mussolini´yi bir dağın tepesinden kaçırmayı başaran ünlü SS generali Otto Skorzeny´e soruldu. Hitler özel komando birliğinin komutanı olan Skorzeny soruyu duyunca gülümseyerek; "Bu imkansız birşey, bizim Messerschmitt uçaklarımız bu kadar uzun menzilli değildir, üstelik savaşı kaybetmiştik." dedi. Ama adı saklanan SS subayı ısrarlıydı; savaş uçağının tek kişilik olduğunu ve aslında bir yolcu uçağına eşlik ettiğini söylüyordu.

Hitler şehit mi?

Trevor-Roper Raporu, ABD Hükümeti´ne sunulduktan sonra, Amerika´daki bir esir kampında bulunan George Albrecht adlı bir Alman, Hitler´in nereye saklandığını bildiğini ve açıklayacağını söylemek için müracaat etti. Albrecht, 1941 yılı noelinde, Rodenbeck´de tanınmış bir Nazi liderinin, bir diğer parti üyesiyle yaptığı konuşmaya kulak misafiri olmuştu. İki adam, bir yeraltı mağarasında Hitler´in çok özel bir birlik oluşturduğunu ve çok gizli bir radyo istasyonunun kurulduğunu konuşuyorlardı. Bu gizli üs, Rodenbeck´deydi. Albrecht´in iddiasından sonra, söylenen bölge karış karış arandı. Ama birşey bulunamadı. 1945 yılı başlarında, Amerikan, İngiliz, Fransız ve Sovyet yetkilileri hiç durmadan birbirlerinden Hitler´in ölü veya diri aranmasını isteyip duruyorlardı. Hitler´den sonra Almanya´nın başına geçen




Amiral Doenitz´le görüşen Tuğgeneral Clayton Bissell´in açıklaması da ilginçti; "Geçen Salı günü, General Marshall telefon ederek Dönitz´in Hitler´in öldüğünü resmen açıklamasından kuşku duyduğunu, ayrıca Alman halkının bir kısmının Hitler´i şehit kabul ettiğini, daha da kötüsü Sovyetler´le batılılar arasında bu yüzden zıtlaşmanın başladığını söyledi ve Dönitz, özellikle Alman halkının bölünmesinden endişeliydi." Oysa, Dönitz ve Marshall Hitler´in sığınağında öldüğünden emindiler. Ruslar´ın bulduğu kömürleşmiş cesedin Hitler´e ait olduğuna da inanmışlardı. Buna karşın General Eisenhower, 8 Ekim 1945´de "Stars and Stripes" adlı dergiye yaptığı açıklamada, Hitler´in sağ olabileceğini ve bizzat Stalin´in bulunan kömürleşmiş cesetten duyduğu kuşkuları paylaştığını belirtiyordu.

Hezeyan mı, yoksa?

Aynı yılda, Miami, Florida´dan Norman Stineman, "Chicago Daily Times" gazetesinden yazar Vincent de Pascal´a bir mektup yazdı; "Arjantin hükümeti yetkililerinin işbirliği ile Naziler Arjantin´de büyük endüstriyel alanları oluşturdular ve uzun menzilli roketler yaparak ABD´yi ve Brezilya´yı vurmayı planlıyorlar. Hitler, dev bir yeraltı üssünde saklanıyor, bu yer bir Alman´a ait olan dev bir çiftliğin altında gizli. Berlin´de bulunan Hitler ve



Eva cesetleri iki dublöre aitti, bu gizli yer Buenos Aires´in 450 mil yakınındadır. Aşağıya dev asansörlerle inilir, üssün duvarlarında foto-sel uyarı sistemleri vardır." Mektup, gazeteci tarafından FBI´a yollandı; İki ay sonra gelen cevapta FBI Başkanı J. Edgar Hoover´in imzası vardı; Başkan, "Hitler´in nerede bulunduğunu anlatan mektubun bir benzeri de Orlando´dan Dr. Landowne tarafından yollandı. Ama doktorun 97 yaşında, bir tarikatın ruhsal lideri ve kehanetlerde bulunduğunu öğrendik. Netice de, Hitler´in Arjantin´de bulunduğunu gösteren bir kanıt bulunamamıştır." diyordu.

Hitler savaştan sonra ABD´yi tehdit etti;

1947 Nisan ayında, ortaya yeni bir mektup çıktı; Werner Eckers adlı eski bir SS subayı tarafından Berlin ABD Bölgesi Askeri Valisi olan General Clay´a hitaben yazılmıştı; Hitler´in sığınaktan kaçarken yaralandığı doğruydu ama ölmemişti, sadece bir kolunu yitirerek Almanya´dan çıkmayı başarmış ve sonra yine geri dönerek saklanmış ve sessiz kalmayı tercih etmişti. Eckers, ayrıca kendisinin Hitler´in yanında bulunduğunu ve 17 sayfalık bir deklarasyonu dikte ettirdiğini yazıyordu. Deklarasyon Başkan Truman´a yazılmıştı ve 12 madde içeriyordu. Hitler, SS birliklerinin hala varolduğunu ve bir yeraltı terör örgütü olarak tehdit edici olabileceğini ve tekliflerinin kabul edilmesini istiyordu. 12 madde şöyleydi;

1. Bütün Nazi liderlerinin yargılanması hemen durdurulmalı.

2. 1 Nisan 1933´den beri üye olan Nazi Partisi, SA, SS ve Gestapo mensupları hemen affedilmeli.

3. Aynı af, ordu, polis ve güvenlik güçlerini de kapsamalı.

4. Oder-Niesse hattı, sınır olmayacak ve toprak talepleri reddedilecektir.

5. Alman halkının ihtiyacı olan yiyecekler ve diğer malzeme hemen sağlanmalı ve de Almanlar Bolşevikler´e teslim olmaya zorlanmamalılar.

6. Eski SA ve SS mensupları, Bolşevikler´e karşı bir güç oluşturmak için toplanmalıdır.

7. Esir kamplarında toplanan siyasi Nazi görevlileri hemen serbest bırakılmalıdır.

8. Nazi konsantrasyon kampları nedeniyle suçlanan görevliler müttefikler tarafından mahkeme edilmemeli, sivil mahkemelere devredilmelidir.

9. Bu özel mahkemelerde, ancak Almanya´ya ihanet eden von Papen, Schacht ve von Seydlitz gibiler yargılanmalıdır.

10. Tüm yabancılar ve yahudiler hemen Almanya´yı terk etmelidir.

11. Başka ülkelerde esir bulunan tüm Alman askerleri hemen serbest kalmalıdır.

12. Eski Alman kolonileri geri verilmeli, buralara Alman göçmenler yollanmalı ve Alman halkının Almanya dışına göçü hemen kısıtlanmalıdır.

Hepsi bu mu? denesi geliyor. Führer çok ciddi görünüyor, eğer mektup ve Hitler´in yaşadığı iddiası gerçekse, tehdit geçerli olabilir. Beyaz Saray, bu deklarasyonu gerçekten aldı ama hiç tepki vermedi. Ama bir görüşe göre, bazı çok önemli SS liderleri serbest bırakılmış veya aranmalarından vazgeçilmişti, hatta Nazi suçlularını arayan yahudi örgütlerine verilen destek kısıtlanmıştı. Yine bu görüşe göre, günümüzün felaketi olan terörün ardında Hitler´in çok gizli SS örgütü ve finansı bulunmaktadır, ABD yapabileceğini yapmış ve Avrupa ile daha çok ilgilenmek istememiştir. Roosevelt´in aksine daha içe dönük olan Başkan Truman, Amerika´nın daha çok zarar görmesine karşıdır.

Tanıklar nerede yalan söyledi?

Adolf Hitler´in ölü veya diri olduğu iddiaları kitaplar doldurabilir. Mayıs 1945´de Rusların kurduğu Strausberg Kampı´nda esir olan Alman Dr. General Walter Schreiber´in anlattıkları gerçekten çarpıcıdır; Schreiber, 29 Nisan 1945´de Reichstag´daki (Nazi Şansölyelik binası) yeraltı hastanesinde cerrahlık yapıyordu. Ruslar tarafından tutuklanıp kampa götürüldükten sonra orada Hitler´in SS koruması Otto Günsche ile karşılaştı. Günsche, Hitler´in cesedini gördüğünü ve yakılmasında görevli olduğunu açıklamıştı ama Schreiber´e anlattığı öykü farklıydı; Hitler´i ölü olarak görmediğini, olanların çok farklı olduğunu ve gerçeği bilmediğini söylüyordu. Schreiber, Hitler´in özel pilotu Hans Baur´la da konuştu, Baur Hitler´in öldüğünden emindi ama cesedini görmemişti. Yine aynı kampta bulunan Hitler´in özel uşağı Heinz Linge, Hitler ve Eva´nın cesetlerinin yakılmasına yardım ettiğini resmen açıklamıştı. Schreiber kararlıydı, gizemi çözmek istiyordu ve Linge´yi kendi barakasına aldırmayı başardı; birkaç hafta sonra Linge konuşmaya başladı; Führer´in veya karısının cesetlerini hiç görmemişti, öldükleri söylenmişti, sadece halılara sarılmış iki cesedin sığınağın dışına taşındığını görmüştü. İçinde kimlerin bulunduğunu bilmiyordu. Linge, Günsche ve daha birkaç önemli tanık 1956´da Moskova´daki Lubianka Hapishanesi´nden serbest bırakıldıktan sonra eski hikayeyi tekrarlamaya devam ettiler, Schreiber´e söyledikleri inkar ediyorlardı. Gizem yine çözülmemişti.

Gizem aydınlanamıyor;

1953´den sonra yaygınlaşan "Yalan Makinesi" nin bu konuda çok kullanıldığı biliniyor. ABD yetkililerinin kaç kişiye bu testi yaptığı ve ne sonuç aldığı bilinmiyor. Ayrıca Naziler´den 23 yıl sonra 1968´de Sovyetler´in neden aniden Hitler Otopsisi´nin sonuçlarını açıkladığı da bilinmiyor. Sovyet bildirisinde, otopsiden sonra cesedin yakıldığı ve küllerinin tarlalara atıldığı da belirtiliyordu. Hitler Berlin´de ölmedi mi? Güney Amerika´ya kaçmayı başardı mı? Metresi ve son günlerinde karısı olan Eva Braun yanında mıydı? Ortada kesin tanımlanmış ne bir ceset, ne de bir mezar vardı. Bu kuşku daima sürecek ve gizem asla aydınlanamayacak, kaçtığı iddiası da aynı şekilde aydınlanmayacak. Gerçeği bilen var mı? Evet, gerçeği eski SS´ler biliyorlar ama hiç konuşmadılar ve belki bir ikisi dışında artık yaşamıyorlar. Nazi Almanyası´nın, Führer´i ve tüm zamanların en gizemli lideri Adolf Hitler, 1945´de ölmediyse, bugün yüz yaşın üzerinde olmalı yani artık yaşamıyor. Ama ya iddialar doğruysa? 1990´ların batıya yönelik terör dünyasının ardında Hitler´in ve sadık SS´lerinin intikamı yatıyor olabilir mi?

Atatürk ve özel dosyalar bilinmesi gerekenler

Burada okuyacağınız dosyalar bilimin henüz tamamen ışık tutamamış olduğu özel olaylardır. Bermuda şeytan üçgeni, Loch Ness canavarı gibi tanıdık olayların dışında size tarihten bazı eklemeler yaptık. Bu olayları daha sonra sitemizin forum köşesinde beraber tartışacak, yorumlayacağız.



Editör

YAZAR, ŞAİR VE GAZETECİ ATATÜRK

Atatürk yazmaya da vakit bulabilmiş. Evet bir geometri kitabı yazmış. Üçgen, açı, dikdörtgen gibi ve 48 tane geometri teriminin isim babası, bu yazdığı kitapla bizzat Mustafa Kemal’dir. İyi ki de yazmış yoksa eşkenar üçgen demek için; “müselleseyi bilmemne bilmemne...” demek gerekecekti. İnanın bu kadar şeyi aklımda tutuyorum, bir onu tutamadım. İyi ki yazmışsın dedim. Bu arada Atatürk her sektöre el attı dedim ya, basın sektörüne de el atıyor ve bir gazete çıkarıyor. Adı “Mimber”, 52 sayı çıkmış ve bu gazeteleri okuduğum zaman, işte bu Mustafa Kemal’in gazetesi dedim.”Sansür” kelimesi ilk defa bu gazetede yer almıştır. Bu arada keşke bütün Türk gençlerimiz bu gazeteleri okuyabilseydi diye düşünmeden de edemedim. Çok moral bulurlardı. Bu arada çok güzel şiirler yazmış. İlk şiiri, 1908 Şanlı Ordu Dergisi’nde yayınlanmış. Bu arada nutku yazmış, tiyatro eserleri yazmış, sinema senaryoları yazmış, yazmış yazmış. Peki okumuş yazmış ama sadece gününün problemlerine mi çare bulmuş Mustafa Kemal? Sadece gününü mü kurtarmış acaba? Hadi gelin esas önemli olan da bu, buna bir bakalım mı ne dersiniz?



Editör

ATATÜRK VE SANATÇIYA SAYGI

Nehire Nehir hanımefendi anlatıyor; “O zamanlar kadınların sanatçı kimliğini yeni yeni kazandığı dönemler. Benim tiyatroda çömezlik dönemim. Muhsin Ertuğrul, Darül Bedai’ye baş yönetmen olarak atanmış. Çok titiz bir insan. Provadan oyuna her şey saat titizliği ile işliyor, perde bir saniye bile geç açılmıyordu. Provaya geç kalan oyuncu derhal oyundan uzaklaştırılıyordu. Eee tahmin edersiniz ki bu durumda Muhsin Ertuğrul’unda düşmanı çoktu. Bir gece Dolmabahçe’den Atatürk’ün Şehir Tiyatrolarına geleceği haber verildi. Ben de karşılamak için hazırdım. Fakat Paşa gecikti. Muhsin Ertuğrul kendisini beklemeden perdeyi saniyesi saniyesine açıp oyunu başlattı. Atatürk 4 dakika geç kalmıştı. Etraftaki dalkavuklar Atatürk geldiğinde Muhsin Ertuğrul’un onu beklemeden perdeyi açtığını ellerini ovuştura ovuştura anlattılar Atatürk “Yaaa, öyle mi Muhsin Ertuğrul’la Görüşürüz” dedi. Herkes Muhsin Ertuğrul’un işinin bittiğine inanıyor, ben müdür olacağım sen müdür olacaksın kavgaları bile başlıyor. Atatürk piyesin bitiminde Muhsin Ertuğrul’u ayakta karşılıyor. Deminkileri de yanına çağırarak aynen şunları söylüyor; ‘Sizi tebrik ederim işinizle ilgili ciddiyetiniz ülkenin gelişimini cidiye aldığınızı gösterir biz geç kaldık siz vazifenizi yaptınız eğer bir tek benim için perdeyi açmayıp oyunu başlatmasaydınız bu dalkavukluktan ileri gitmez ve beni çok üzerdi ben herkesin her sahada işini bu kadar ciddiye almasını istiyorum ülke ancak böyle ilerler efendiler’. Etraftakilerin suratları görülmeye o sırada değerdi.”Ama işte liderlik diyorum...

Düşmanımız dünden daha az değil, dünden daha çok. Bütün ülkelerin gözü bizim ülkemizde. Nasıl olmasın ki! Galiba bir tek bizim gözümüz yok şu ülkede. Bu gün bunun için parçalama ve bölme girişimlerini yüz yıllardır uyguluyorlar. Bir ara siyasi girdiler, sağ-sol diye böldüler, kapışın dediler, yutmadık. Daha sonra etnik böldüler, kürt-Türk dediler, kapışın dediler, yutmadık. Dinimizi kullandılar, kapanan-kapanmayan, laik olan–olmayan, Atatürk’çü olan, olmayan diye dörde beşe, tarikatlara bölünün dediler ki kolay alalım, yutmadık. Ekonomiyi kullandılar, zengin, fakir, alan, alamayan dediler, gene olmadı. Yani tazı eski tazıydı, habire çulunu değiştirdiler. Oyunun kuralı buydu ama biz bu oyuna hiç gelmedik gelmeye de asla niyetimiz yok. Yeni Atatürk’ler yetişiyor ve gelmekte. İşte bugün bizi kuvvetlendikçe budanan, diğer türlü olduğu sürece de sulanan bir ağaç misali görmek gafletinde olan, ya da başka bir deyişle ayağa kalkmayacak kadar destekle ama yere düşmeyecek kadar köstekle politikası uygulamaya çalışan tüm ülkelere, iç ve dış düşmanlarımıza karşı en güzel cevabı ne zaman vereceğiz biliyor musunuz? Onu anmayı bırakıp anlamaya başladığımız zaman. Onu yakamızda taşıdığımız kadar fikir ve eylemlerimizde de taşıyabildiğimiz zaman. Onu özlediğimiz kadar özümsediğimiz zaman. Onunla yarışan ama onu aşmış yeni Mustafa Kemalleri yetiştirebildiğimiz zaman vereceğimiz inancıyla. sizlerden Mustafa Kemal’in gösterdiği hedefe henüz ulaşamamış olmaktan dolayı özür diliyor, bu hedefe ulaşana dek sakın bizi affetmeyin diyor ve bir şiirle sözlerime son veriyorum.

Atatürk’de, et artı kemik artı kandı,
İnsanüstü değildi yani Atatürk,
Atatürk’de herkes gibi kusurları olan,
Küçük büyük ve çirkinde olabilirdi ama güzeldi...
Atatürk yorgunluk kahvesini bir su başında yudumlamayı,
Serhat türkülerini, Alaturkayı, mesela Safiye Ayla’yı,
Yemeklerden fasulye pilakisini seven,
Mirkelam bir İstanbul efendisi.
Aşık ve şair, mahcup ve ürkek,
Karadenizli değil ama Karadeniz kadar canlı,
Adanalı değil ama Adanalı kadar sıcak kanlı,
Ve bir Aydınlı kadar oturaklı ve zeybek.
Velhasıl bizim mayamızdan bizim kumaşımızdandı Mustafa Kemal.
İnsan üstü değildi Atatürk,
Tam insandı...

ATATÜRK VE DİN

1922, 1923 ve 1925’de söyledikleri...

“Din vardır ve lazımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var. Malzemesi iyi fakat bina, uzun asırlardır ihmale uğramış. Harçlar döküldükçe yeni harç yapıp binayı takviye etmek lüzumu hissedilmemiş. Aksine olarak birçok yabancı unsur, tefsirler, hurafeler, binayı daha fazla hırpalamış. Bugün bu binaya dokunulamaz, tamir de edilemez. Ancak zamanla çatlaklar derinleşecek ve sağlam temeller üstünde yeni bir bina kurmak lüzumu hasıl olacaktır...”

“Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye muhalif değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamağa çalışıyor; kaste ve fiile dayanan taassupkar hareketlerden sakınıyoruz. Gericilere asla fırsat vermeyeceğiz...”

“Ey arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür; tanrısal inanışların belirtilerine bakarak diyebiliriz ki, insanlar iki sınıfta, iki devirde mütalâa olunabilir. İlk devir insanlığın çocukluk ve gençlik devridir. ıkinci devir, beşeriyetin erginlik ve olgunluk devridir.”

“İnsanlık birinci devirde tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi yakından ve maddi vasıtalarla kendisiyle meşgul olunmayı gerektirir. Allah, kullarının lazım olan olgunlaşma noktasına erişinceye kadar içlerinden vasıtalarla dahi kullariyle meşgul olmayı tanrılık özelliğinin gereklerinden saymıştır. Onlara Hazreti Adem Aleyhisselam’dan itibaren bilinen ve bilinmeyen sayısız denecek kadar çok nebiler, peygamberler ve elçiler göndermiştir. Fakat Peygamberimiz vasıtasiyle en son dini, medeni gerçekleri verdikten sonra artık insanlıkla aracı ile temasta bulunmağa lüzum görmemiştir. İnsanlığın kavrayış derecesi, aydınlanma ve olgunlaşması sayesinde her kulun doğrudan doğruya tanrısal düşüncelerle temas kabiliyetine eriştiğini kabul buyurmuştur ve bu sebepledir ki, Cenabı Peygamber, peygamberlerin sonuncusu olmuştur ve kitabı, en eksiksiz kitaptır.”

“Hz. Muhammed’i bana, cezbeye tutulmuş sönük bir derviş gibi tanıttırmak gayretine kapılan bu gibi cahil adamlar, onun yüksek şahsiyetini ve başarılarını asla kavrayamamışlardır. Anlamaktan da çok uzak görünüyorlar. Cezbeye tutulmuş bir derviş, Uhud Muharebesinde en büyük bir komutanın yapabileceği bir planı nasıl düşünür ve tatbik edebilir? Tarih, hakikatleri tahrif eden bir sanat değil, belirten bir ilim olmalıdır. Bu küçük harbte bile askerî dehâsı kadar siyasî görüşüyle de yükselen bir insanı, cezbeli bir derviş gibi tasvire yeltenen cahil serseriler, bizim tarih çalışmamıza katılamazlar. Hz. Muhammed bu harb sonunda çevresindekilerin direnmelerini yenerek ve kendisinin yaralı olmasına bakmayarak, galip düşmanı takibe kalkışmamış olsaydı, bugün yeryüzünde müslümanlık diye bir varlık görülemezdi.”

“Bizim dinimiz en makul ve en tabiî bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabiî olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması lâzımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur.”

“Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla alakası olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler zamanın yeniliklerine uymayı kafir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bu zannıdır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı, İslamların kafirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil, beyinledir.”

“Bizim dinimiz, milletimize değersiz, miskin ve aşağı olmayı tavsiye etmez. Aksine Allah da, Peygamber de insanların ve milletlerin değer ve şerefini muhafaza etmelerini emrediyor.”

“Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa halkın menfaatine uygundur; biliniz ki o bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine, islamın menfaatine uygunsa kimseye sormayın. O şey dinidir. Eğer bizim dinimiz aklın mantığın uyduğu bir din olmasaydı mükemmel olmazdı, son din olmazdı.”

“Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum. Şuura aykırı, ilerlemeye mani hiçbir şey ihtiva etmiyor.”

“Baylar ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensublar memleketi olamaz. En doğru ve en hakikî tarikat, medeniyet tarikatıdır.”

“ Bizi yanlış yola sevkeden soysuzlar bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep din kuralları sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz... Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harabeden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir.”

ATATÜK´ÜN GİZLİ MEKTUBU

(Bu kripto metni ilk kez 10 Kasım 1997 tarihinde Kuva-yı Medya tarafından kamuoyunun bilgisine sunulmuştur)

Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden 15 gün sonra dönemin İngiltere Büyükelçisi Percy Loraine’in Londra’ya özel bir kuryeyle gönderdiği ve üzerine “40 Yıl Boyunca Açıklanmayacak” damgası vurulan mektubun tam metnidir.

G İ Z L İ
Telgraf No: 608 İngiltere Büyükelçiliği - Ankara, 25 Kasım 1938

Aziz Lordum,
Size Mösyö Kemal Atatürk’ün ölümünü bildiren 194 sayılı telgrafı çok derin üzüntüler içinde sunmuştum.

Bu belgeye ek olarak, Büyükelçiliğimiz Müsteşarı tarafından hazırlanan ve Kemal Atatürk’ün geçmişteki kariyerini içeren belgeyi sizlere sunma onuru yanında, bu yazımda, Atatürk’ün yaptığı işleri övmekten çok, onun kişiliği ve bu ülke insanına ne ifade ettiği konusuna değinmeye çalışacağım. Hiç şüphesiz toplum bilimciler ve tarihçiler onun çalışma hayatı ve yaptıklarıyla ilgilenip ayrıntılı bir çalışma yapacaklardır. Ancak bunların çok azı, Atatürk’ün gerçek kimliğini öğrenmeden hazırlanacaktır ki; onu tanımadan yapılacak değerlendirmeler kuşkusuz yanlış olacak ve yanlış yönlendirmelere neden olacaktır.

Bu bilginin toplanmasında, ben belki de ayrıcalıklı bir konuma sahiptim. Her ne kadar, rahmetli Cumhurbaşkanı ile çok nadir karşılaşmış olsam da, bu görüşmeler diğer diplomatik temsilciliklerinkine nazaran daha sık ve daha uzun olmuştur. Bütün bunlar bir yana, görevimin ilk günlerinden itibaren Atatürk beni bir dost gibi görmüş, benimle görüşmekten memnun olmuş, görüşme fırsatı doğduğunda bundan hoşnut kalmış, karşılıklı konuşmalarımız esnasında ilgi ve dikkati asla azalmamıştır. Galiba, onun yeteneklerini ortaya çıkartan becerikli yaklaşımlarım vardı, bu yüzden olsa gerek görüştüğümüz konu hakkındaki fikirlerine ya da o konu ile ilgili sunduğu sonuca karşı çıktığımda benim bu tavrıma direnmezdi. Dolayısıyla, kendi özel kimliğini bana, diğer yabancılara gösterdiğinden daha fazla gösterdiğine inanıyorum.

Doğrudan edinilen tecrübelerimi sağlayan kişisel görüşmelerimiz dışında, onu çok yakın dostlarından ve hatta aramızdaki dostluğu gördükten sonra benimle onun hakkında konuşmaya hiç çekinmeyen Kabine’deki bazı Bakanlardan da birçok kez dinleme fırsatım oldu.

Atatürk’ün müstesna ve takdire şayan bir şahsiyet olduğunu söylemek pek bir şey ifade etmeyebilir. Ancak gerçekten müstesna ve takdire şayan bir kişiydi, neden bu niteliklere sahip bir şahsiyet olduğunu açıklamaya çalışmalıyım.

Sanırım bunu temelde çift karakterlilik olarak açıklayabiliriz. Bu ülkede nefret uyandıran ve yasaklanan H.C.Armstrong’un (Grey Wolf -Bozkurt) adlı kitabını okuyan çoğu insan, çok yetenekli; inatçı bir enerjiye sahip, ancak insafsız, itici tavırları olan, serkeş mizaçlı, gem vurulmamış zevkleri, ahlak dışı ihtirasları olan; dahası, dostluğu tanımayan bir adamın portresiyle karşılaşmaktadır. Bu tesbiti doğrular görünecek kanıtları toplamak hiç de zor olmayacaktır; ancak şahsen ben, bir insanın bu şekilde tanıtılmasını tamamıyla yanıltıcı buluyorum. Gözle görülen bir dizi kural dışılığı sadece ayrı karakterlilikle anlatabileceğime inanıyorum. Sadece şu veya bu savaşı kazanarak, şu veya bu kanunu çıkararak, harf devrimi yaparak ya da fes giyilmesini yasaklamak veya ülkeyi laik kılarak değil, yüzyıllarca acı çekmiş, ruh karartıcı yönetimler yaşamış bir ırkın dehasına güvenerek, sadece artık kölelik çekilmemesi gerektiğine inandığı için çok sayıda kuvveti harekete geçirip, (Bir insanın büyüklüğünün ve sıra dışı görüşünün kanıtı sadece iyiliği ile ölçülebilir) on beş yıl gibi kısa bir sürede bu insan bir çok iyi şey yapmıştır. Gerisi ayrıntıdan ibarettir; sadece dedikoducu zihniyetin üzerinde duracağı ancak bir tarihçinin gerektiği kadarını vereceği ayrıntılar.

Atatürk’ün dinamik enerjisi üzerinde durmama gerek yok, bu enerjinin dayanılmaz gücü, Türk ırkının tarihinde şimdiden önemli bir sayfa olarak yer almıştır. Ancak ben, pek bilinmeyen bir başka özelliğine değinmek istiyorum: Bu da; Atatürk’ün doğuştan gelen, belki de farkında olmadan tıpkı sütün kaymağını hemen ayıran aletler gibi, faydasızı faydalıdan ayırma yeteneğiydi.

Atatürk’ün tüm karakterinde veya en azından mevcut şeklinde, bazı çelişkilerle karşılaşılmaktadır. İddia edilen acımasızlığı, onu tanıyanların çok iyi bildiği gibi, vatandaşlarına duyduğu sevgiyle uyuşmamaktadır. Tensel günahlar ve geçici ilişkilere duyduğu varsayılan zevklere karşın, toplumda kadının rolü kavramı, halk devrimlerinde en çarpıcı savunmayı ortaya koyduğu kadın hakları ve önemi ile bağdaşmamaktadır. Zira bir iki sene içinde çokeşliliği yasal olarak ortadan kaldırmış ve istedikleri takdirde harem kadınlarına bile devletin liberal mevkilerinin açık olduğunu ortaya koymuştur. (Kimi zaman toplum içinde de olsa) özel hayatını tanımlayan ve göz ardı edilmiş resmiyeti, giyiminin kusursuzluğu, olağanüstü tavırları ve resmi görevlerdeki asaleti ile garip bir çelişki yaratmaktadır. Sadece bir kaç büyük adam daha rahat ve daha güvenli hissetmenizi sağlayabilir; sanırım yok denecek kadar azı da gerektiğinde sizi bu kadar rahatsız hissettirebilir.

Atatürk, Batı’da “yes-men” ve uzun süredir Türkiye’de “evetçi” olarak bilinen tarzdan hoşlanmıyor, bu tür insanları aşağılıyordu. Ahmak ve dalkavuklara tahammülü yoktu. Aslında belki de en çok sömürücüleri sevmez, açgözlüleri hor görürdü. Bir insanın onun için çalışıyor olması fikrine hoş bakmazdı. Kendisi zaten ülkesi, ırkı ve insanları için yaşıyor, onlar için düşünüp, onlar için çalışıyordu. Diğerleri bu şekilde davranmıyorsa, görevlerini yerine getiremedikleri kanaatına varıyordu.

Korkarım gelecek nesillere Atatürk bir diktatör olarak aktarılacak. Bunun yanlış olacağı kanısındayım. Hem savaşta, hem barışta evet o büyük bir liderdi, ancak gerçek bir diktatör değildi. Ne yazık ki ben, şimdiye kadar onu anlatabilecek diktatör kelimesine ait bir tanımımız olduğuna inanmıyorum. Ancak Hitler ve Mussolini’nin tersine, devlette idari veya yönetim fonksiyonu bulunmuyordu; af yetkisi yoktu; mahkemelere emir yetkisi yoktu; diplomatik misyon temsilcilerini reddetme hakkına sahip değildi. Bütün bu hususlara teknik gözle bakıp bir kenara iter ve tüm devlet meselelerinde onun isteklerinin hakim olduğu konusunda ısrar edebilirsiniz. Doğru, ancak daha çok o konudan sorumlu kişilerin onayının hakimiyeti şeklinde karşımıza çıkıyordu. Olayların gidişi, Atatürk’ün görüş açısının doğruluğunu, verdiği hükümlerin zekice olduğunu ve hata yapmadığını göstermiştir. Dolayısıyla sıkça fikirlerine başvurulması ve memnuniyetle bu fikirlerin uygulanmasını görmek pek de şaşırtıcı değil. Ancak onu Mussolini, Hitler veya Primo de Rivera gibi diktatörlerden ayıran belki de en büyük özellik, başından beri isteyerek ve çok emek sarf ederek, kendini yaşatacak bir sistem kurmaya çalışmasıdır. Atatürk’ten sonraki cumhurbaşkanı seçiminin sessizce hallolması ve ölümünden sonra kurduğu rejimin sakince sürmesi bir kriterse, evet başarılı olmuştur.

Atatürk’ün idrak gücünde esrarengiz bir yön vardı; küçük şeylere önem vermeyiş veya sinsi olamayışında üstün bir yön bulunuyordu; konsantrasyon gücü olağanüstüydü; şefkat ve ilgi bekleyen bilinçaltının etkileyici yanı belki de şuurlu amacının buz gibi dimdikliğinin bir başka parçasıydı.

Müslüman olarak doğmuş, ancak din karşıtı bir kişi olmuştu, doğruluğu sevmiş, günahtan nefret etmişti; işini iyi bilen, istidak sahibi bir askerdi, savaştan nefret ederdi. Bağımsızlığı elde ettiği andan itibaren barışın peşinde koşmuş ve barış ortamını sağlamayı başarmıştı. Türkiye?nin kaderini elleri arasına aldığından beri, Kemalist Cumhuriyet’in dostluk elini uzatmadığı ve aralarında Osmanlı Imparatorluğu’nun düşmanlarının da bulunduğu tek bir komşusu dahi yoktur. Uzatılan dostluk eli çoğunlukla tutulmuş ve sarf edilen çabalar sonunda ülkelerarası sürtüşme azaltılarak, doğunun bu bölgesinde daha geniş kapsamlı barış, dikkat çekici bir biçimde sağlanmıştır.

Kemal Atatürk yapılması gerektiğine inandığı şeyleri korkusuzca yerine getirmekten asla vazgeçmemişti. Hastalığının şiddetlendiği anlarda ölüme çok yakınlaşmış olsa bile, korku asla ne yüreğine ne beynine yerleşmeyi başaramamıştı. O, Türk Milleti’ne hizmet ederken öldü. Ölüm bile büyük zaferini ondan çalmayı başaramamıştır. İnsanlara hayatlarını, onur ve şereflerini ve insanca yaşama yolunu vermiş, belki de tüm bunlardan daha önemlisi bu haklarına sahip çıkmalarını sağlayacak bağımsızlığı tattırmıştır.

Lordum, en derin saygılarımla, sizin en sadık ve en mütevazı hizmetkarınız olduğumu bildirmekten şeref duyarım...

Percy Loraine
Büyükelçi